“Nick Land son yirmi yılın en önemli İngiliz filozofu mudur?” – Mark Fisher

“Nick Land son yirmi yılın en önemli İngiliz filozofu mudur?” diye soruyor Kodwo Eshun. İlk bakışta bu soru tuhaf görünebilir – Land sadece bir kitap yayınladı, The Thirst For Annihilation : Georges Bataille and Virulent Nihilism ve bunun dışında çoğu ilk yayınlandığında sınırlı bir dolaşıma sahip olan bir dizi kısa metin. Yine de Eshun’un sorusu mantıklı çünkü bu küçük metinler kanonu -ki ilk kez yakın zamanda yayınlanan Fanged Noumena adlı kitapta toplandılar- muazzam ama şimdiye kadar yeraltında kalmış bir etkiye sahipti. Etkileri her şeyden önce felsefenin ötesinde hissedildi – müzikte (Steve Goodman aka Kode 9 90’larda Land ile çalıştı), sanatta (Jake Chapman uzun zamandır Land’in “teknilizminin” hayranıydı; Eshun, 90’larda müzik üzerine en önemli yazar ve teorisyenlerden biriydi, şimdi Turner Ödülü adayı Otolith Group’un bir üyesi), Matthew Fuller’in haydut medya teorisinde, Luciana Parisi’nin Abstract Sex’inin insanlık dışı feminizminde ve şaşırtıcı Cyclonopedia’sı Artforum tarafından 2009’un en iyi kitaplarından biri olarak değerlendirilen İranlı yazar Reza Negarestani’nin sınıflandırılamaz teori-kurgusunda. Ancak Land’in etkisi, farkında oldukları nadir durumlarda onu küçümseme eğiliminde olan felsefe bölümlerini de istila ediyor. Günümüz felsefesinin en heyecan verici akımı olan spekülatif realizmin ön saflarında yer alan bazı filozoflar – Ray Brassier, Iain Hamilton Grant – Land ile çalışmışlardır ve çalışmaları hâlâ bu karşılaşmanın izlerini taşımaktadır. Land’in çalışmalarının spekülatif realizm aracılığıyla yeniden yayılması, felsefe, bilim ve korku kurgusunu harmanlayan ve yakında çıkacak olan Slime Dynamics’in yazarı Ben Woodard gibi genç teorisyenleri Land’e geri götürdü. Land ile Reza Negerastani aracılığıyla tanışan Woodard, “Land’in çalışmaları, o zamanlar okuduğum felsefenin çoğundan hoş bir soluklanma oldu” diyor. “Thirst for Annihilation, filozofların ve diğer entelektüellerin kibrini acımasızca alaya alırken aynı zamanda bir teori eseri olmayı da başardığı için son yıllarda okuduğum en ilginç metinlerden biri. Land, üslubu terk etmeden ya da tuhaf ve alışılmışın dışında malzemelerle uğraşmaktan korkmadan da titiz ve önemli teorik argümanlar üretilebileceğini gösteriyor.”

90’lı yıllarda Land, müzik eleştirmeni Simon Reynolds’un bir zamanlar “girdap gibi bir varlık” olarak adlandırdığı, temas kurduğu kişileri tamamen dönüştürme yeteneğine sahip biriydi. Kodwo Eshun: “1993 ya da 1994’te Brighton’daki Zap Club’da düzenlenen bir etkinlikte, sahnede Sadie Plant’in yanında oturmuş, sırayla aynı makaleyi paragraf paragraf okurken ve daha sonra 1996’da Warwick Üniversitesi’nde düzenlenen 2. Virtual Futures konferansında Nick Land’i gördüğümde ve onunla tanıştığımda beni en çok etkileyen şey varlığı oldu. Tavrı hemen açık, egaliteryen ve akademik protokolden kesinlikle etkilenmiyordu; konuşma tarzı son derece soyut ama son derece canlıydı; Teoriyi bir dünya jeopolitik-tarihsel destanı olarak dramatize etti ve felsefeyi şimdiki zamanda Asimov, Wiener, Turing, Ridley Scott ve William Gibson’dan eşit derecede yararlanan bir dizi kişileştirme olarak anlattı, Düşüncesini ve benliğini çoklu yıkım arzusunun içine yerleştirdi; düşüncesini heyecan verici, endişe edici, sürükleyici ve zahmetli bir şekilde ölüm dürtüsüyle özdeşleştirdi.”

“Nick’in yanındayken düşünmek önemliydi,” diye devam ediyor Eshun, “ölümcül bir nitelik kazandı; canlandı, libidosu arttı, yoğunlaştı; sizden taleplerde bulundu, sizi diğer her şeye karşı sabırsız hale getirdi. Nick’le tanıştığım zamanlarda bu niteliklerin hiçbiri değişmemişti. Bu süre zarfında tanıştığım diğer 20’li yaşlardaki gençlerin her biri benzer hikayeler anlattı.  Nick Land ile temas kuran insanların hepsi olmasa da birçoğu o zamandan bu yana edebiyatta, elektronik dans müziğinde, sanatta, kurguda isimlerini duyurmaya devam ediyor; şimdi bana göre Nick Land ile karşılaşmalar, insanı spekülatif bir büyüklük noktasında işleyen bir düşünce tarzından daha azına karşı sabırsız hale getiren yoğunlaştırıcı deneyimlerdi; Nick’ten sonra insan geri dönemezdi, bir düşünce memleketine doğru; geri dönecek bir memleket kalmamıştı.”

Aralarında Steve Goodman, Luciana Parisi ve Collapse dergisinin editörü ve Fanged Noumena’nın yayıncısı Urbanomic’in arkasındaki isim Robin Mackay’in de bulunduğu bir avuç kişiyle birlikte Sibernetik Kültür Araştırma Birimi’nin (Ccru) kurucu üyelerinden biriydim. Ccru, Land’in eski iş arkadaşı Sadie Plant tarafından bir araya getirilmişti ancak Plant’in ayrılmasıyla birlikte Birim, Land’in fikirleri ve metodolojisiyle şekillenmeye başladı. Ccru kavramsal olarak Felsefe bölümünün bir parçası olsa da, hiçbir zaman resmi bir kurumsal statüye sahip olmadı. Bir Warwick akademisyeninin unutulmaz bir şekilde ifade ettiği gibi, “Ccru var olmadı, vaar olmamış ve asla var olmayacaktır.” Bu kurumsal yokluk, Land’in kendi garip durumuyla paralellik gösteriyor – çok az profesyonel felsefecinin kabul ettiği bir filozof olan Land, 2000’lerin başında Şangay’da yaşamak üzere üniversiteden ayrıldı.

Land’in siber-yazılarıyla ilk karşılaştığım zamanı hala çok canlı bir şekilde hatırlıyorum. The Thirst For Annihilation’ı okumuştum ama bana pek hitap etmemişti; deneysel biçimini ve konusunu (Fransız anti-filozof Georges Bataille’ın eseri) sözde tarafsız bir noktadan yargılamak yerine o olmaya çalışmasını takdir etsem de, yine de kendine dair bir bilinci vardı. Beni ilk ele geçiren “Machinic Desire” adlı eser oldu. Onu okuduğumu ve hemen ardından iki ya da üç kez yeniden okuduğumu hatırlıyorum. 1990’larda etrafta çok sayıda siber-teori vardı – bazıları yeni teknoloji için Kaliforniyalı amigolar, bazıları akademik yazılar – ama hiçbiri Land’in yaptığı gibi makinelerin içinden – yani bizim dışımızdan – geliyor gibi görünmüyordu. Yazılar, akademik teoriden beklenen mesafeye sahip değildi; kurgu ve filmi, üzerine ‘yorum yapılacak’ eserler olarak değil, işgal edilecek alanlar olarak ele alıyordu. William Gibson’ın siberpunk kurgusunun Immanuel Kant felsefesiyle; Blade Runner’ın finans kapitalle bağlantı kurduğu bir “tutarlılık düzlemi” buldu. Burada teori ‘uygulanmıyordu’; teorinin içine yerleştiriliyordu. Yazı, psikolojik bir içsellikten ziyade gerçek bir yerden, dışsal bir yerden geliyormuş gibi hissettiriyordu. Tüm bunlar, belirli üslup özellikleri tarafından üretilen yazının niteliklerine bağlıydı: şimdiki zaman kullanımı, ikinci şahıs (‘sen’) kullanımı bir tür daldırma aciliyetini zorluyordu. Ve her şey pervasız bir dürüstlükle doluydu: pek çok kariyerist akademik yazıyı sıkıcı ve delibidinleştirici kılan nemlendirici ihtiyat ve sinizmden tamamen yoksundu. Özgün bir projeyle karşılaştığınızda hissettiğiniz o kusursuz duygu vardı: bunun yazılması gerektiği, Land’in bir şekilde bu Şey’in ortaya çıkabilmesi için kullanılan bir kukla olduğu hissi.

“Thirst for Annihilation hakkındaki düşüncelerinizi tamamen paylaşıyorum,” diyor Steve Goodman, “bana akademik teori/felsefe eğitimi almış olmanın prangalarından kurtulmaya çalışan bir yazar gibi geldi. Elbette, ben de dahil olmak üzere, şu ya da bu şekilde akademik eğitim almış çoğu insan, böyle bir arayışın yarattığı acı, endişe ve sürtüşmeyi aşamıyor, bu da nihayetinde post-Nietzscheci ‘radikal’ akademik teorinin neden bu kadar sıkıcı ve ergen olduğunu açıklıyor, ama kesinlikle değerli bir arayış. Ancak Nick’le ilgili ilginç olan şey, akademik felsefenin bu hiper-rasyonel hapishanesine verdiği yanıtın ondan geri çekilmek değil, belki de onu da beraberinde götürerek onu patlayacağı bir noktaya kadar akselerasyonu olmasıdır. Yani teoriden tepkisel olarak geri çekilmek yerine, aslında onu en itaatkâr akademik bürokratın anlayabileceğinden daha iyi anlamış görünüyordu. İşte onu o dönemde böylesine harika bir öğretmen/eğitimci ya da yaptığı şeyi nasıl tanımlamak isterseniz öyle yapan şey de buydu.

“Her neyse, 90’ların ortalarında bir noktada Nick’in ‘Cyberspace Anarchitecture and Jungle warfare’ adlı makalelerinden birine rastladığımı hatırlıyorum. Bu, hepimizin jungle’dan sadece bir müzik olarak değil, teori üreten bir makine olarak da büyük ölçüde etkilendiğimiz bir andı. Makalenin gerçek anlamda jungle müziğiyle özel bir ilgisi yoktu, ancak okudukça, haritalandırıyor gibi göründüğü bu soyut manzara, müzik tarafından yaratılanla tamamen aynıydı. Yaklaşık 10 kez okudum ve hâlâ tam olarak anlamamıştım, ancak içeriğinin somutluğu, mesafesizliği ve aynı zamanda anlattığı şeyin hepimizin zaten aşina olduğu, ancak belki de dilsel olmayan, duygusal bir modda olduğu hissi çok zorlayıcıydı – genellikle kavramlar tekrar tekrar okunarak ozmoz yoluyla sızdı. Bence Nick’in Thirst for Annihilation’dan sonra yazdıkları, teorinin bu saykodelik işlevini ya da mikroskop olarak teoriyi hatırlatıyor; teorinin, genellikle insan ırkı olarak adlandırdığımız felaketin tüm kabuk bağlamış, ölü katmanlarını soyarak bu açıkta kalan ve biraz sürüngen, bilgi-madde çekirdeğine soğuk bir kayıtsızlıkla ama aynı zamanda yoğun bir heyecanla yakınlaştırma potansiyeli var. Nick ayrıca felsefeyi alıp, tüm akademik ihtiyat ve çekincelerden arındırılmış, aslında oldukça eğitici, ancak yine daha ozmotik bir tarzda – ve hepsi birkaç satırlık alana sıkıştırılmış, 300 sayfalık nüans, çekince ve tartışmaya sürüklenmemiş – Nick’in bir zamanlar söylediği gibi ‘tartışma aptalca bir oyalanmadır’ bir teori/kurgusal ortama inşa etme becerisine sahiptir.”

Land’in metinleri hiçbir zaman 90’ların deneysel dans müziğiyle ‘ilgili’ olmadı, aksine onunla bütünleşti. Steve Goodman ve ben Land’e jungle’ı ilk dinlettiğimizde, Land hemen Land’in yazıları ile müziğin tonu, temaları ve tarzı arasında bir paralellik gördü. Bunun nedeni kısmen Land’in çalışmasının bir bakıma aynı kaynakların remixi olmasıydı: Land’in referans verdiği filmler (Blade Runner, Terminator ve Predator filmleri) jungle parçalarında yoğun bir şekilde örneklenmişti.

“Evet,” diyor Goodman, “açıkça o anda müzikal havada olan ortak bir dizi sinematik referans için çizim yapıyordu, ancak Nick’in yazıları ve jungle arasındaki rezonans hakkında beni her zaman etkileyen şey, yazıları boyunca dinamik, sosyal, matematiksel, fiziksel, ekonomik ve libidinal ölçeklerde tekrarlayan bu türbülans temasıydı – i. e. Yani kaosun eşiğindeki sistemlerin üretkenliğine duyduğu ilgi, benim için temelde breakbeat bilimi ile jungle’da ritmik olarak neler olup bittiğinin doğrudan ve çok gerçek bir tanımıydı. Bu benim kendi kitabım Sonic Warfare’in temel fikirlerinden biridir ve bunu Nick’ten öğrendim, her ne kadar kendisi doğrudan müzik hakkında yazmasa da.

Peki ya Land’in çalışmalarının yeniden canlanması? Bu sadece bir nostalji vakası mı? Steve Goodman böyle düşünmüyor. “Bir açıdan bakıldığında Nick (ve Ccru / Kodwo vs.) yaklaşık 15 yıl öncesine kadar eğrinin üzerindeydi, bu yüzden şimdi bu kadar güncel. Bence Nick hala eski takipçilerinin çoğunun radarının dışında olan büyüleyici şeyler yapıyor, çünkü sözde ‘radikal’ akademinin basmakalıp sözlerinden (ki bu konuda her zaman şüpheciydi) veya mevcut felsefi modalardan (o olmasaydı bunlardan bazıları mümkün olmazdı) tamamen kopmuş görünüyor ve Şangay’daki üssünden Çin’in garip yükselişini izlemeye dahil oluyor. Politik olarak geldiği noktayı pek onaylamıyorum ama özgürlükçülük tarzının oldukça karmaşık olduğunu ve özellikle 90’lardaki yazıları ışığında okunduğunda tutarsız olmadığını düşünüyorum. Son birkaç yıldır Şangay’a yönelik şehir rehberleri yazıyor, bu da bir bakıma eski ilgi alanlarının doğal bir devamı niteliğinde, her ne kadar hala arzuladığımız yoğunlukta olmasa da.”

Çeviri: Konzept


Posted

in

by

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın