Gazze için Kamplar: Katılımcılarla Röportajlar – Endnotes & Megaphone

Not: Bu çeviri ilaçlarımı bıraktıktan sonra yaptığım ilk çeviri, pek güzel yapamadım. [Konzept]

Dünyada başlamaya değer tek şey… elbette dünyanın sonu olacaktır!

Giriş

ABD kampüslerinden yükselen Filistin’le eşi benzeri görülmemiş dayanışma hareketi, özellikle de BDS’nin ve kültürel alandaki Filistin aktivizminin daha önceki baskılarından sonra, birçokları için sürpriz oldu. Hiç şüphe yok ki Gazze’deki “gitgide artan soykırımın” Northwestern’den bir öğrencinin tanımladığı gibi (aşağıya bakınız) “spektaküler bir soykırım savaşına” dönüşmesi, bu küresel dayanışma dalgasının ana nedenlerinden biriydi. Yetkililerin 7 Ekim öncesi ideolojik uzlaşıya dönme yönündeki şiddetli çabalarına rağmen, sosyal medya ve akıllı telefon teknolojisinin yaygınlaşmasıyla daha da büyüyen soykırım, kendisini çağımızın olayı olarak dayattı.

Bu soykırımın eşi benzeri görülmemiş şiddeti, dayanışma yapılarını yoktan var etmedi. On yıllardır, yeraltındaki dönüşümler egemen doxa’yı yavaş yavaş aşındırıyordu. Standing Rock ve Ferguson’dan George Floyd ve Cop City’ye kadar ABD’de onlarca yıldır devam eden protesto hareketleri, ABD’deki hoşnutsuzluğun radikalleşmesinin ve mevcut kamplardaki katılımcıların birçoğu için siyasi bir oluşumun temelini çoktan atmıştı.

Bu radikalleşme yörüngesi, 2000’lerin başında BDS hareketine yönelik baskıların ardından kampüslerde büyüyen ve önce 2018’deki Büyük Dönüş Yürüyüşü, ardından 2021’deki Şeyh Jarrah Protestosu ile siyasi ana akıma girmeye başlayan Filistin etrafındaki aktivizmle kesişti. Bu iki yörünge, Filistinli organizatörler ve diğer hareketlerdeki aktivistler (yukarıda adı geçenler de dahil) arasında artan işbirliği ile kesişerek bugünkü dayanışma anına zemin hazırladı.

Farklı hoşnutsuzluk aileleri arasında giderek büyüyen bir iç içe geçme hikayesi, aşağıda yayınladığımız röportajlarda açıkça ortaya çıkıyor. Mevcut kırılma hatlarının yeri olan üniversitenin tartışmalı alanı, görüşmelerin bir diğer ana temasıdır. Kampların olağanüstü şiddetle bastırılmasıyla üniversite, bir eleştirel düşünce kurumu olarak liberal iddiasını yitirdi ve ABD imparatorluğunun ideolojik, askeri ve sosyal temellerinin yeniden üretilmesinde bir bileşen olarak ortaya çıktı. Kampların temsil ettiği üniversite eleştirisi aynı zamanda üniversitelere yönelik sağcı baskının arttığı ve geriye kalan birkaç muhalefet alanından birini bastırmayı amaçladığı bir döneme denk gelmektedir. Kampları böylesine güçlü bir yıkım gücü haline getiren, hem iktidarın yeniden üretiminde düğüm noktaları hem de muhalefet alanları olarak üniversitelerin bu muğlak doğasıdır. “Filistin” bu kesişen eleştiri yörüngelerinin adı haline gelmiştir.

Devam eden soykırımda şiddetin benzeri görülmemiş bir şekilde medyatikleşmesi, İsrail’in eylemlerini tamamen destekleyen iki aday arasında yaklaşan ABD başkanlık seçimleri gibi kapalı bir siyasi ufukla birlikte, mevcut siyasi ana özel bir duygusal mod kazandırıyor. “Kamplar açıkça apokaliptik bir proje” diye yazan görüşmecilerden biri, sadece iyi bir yaşam olasılığını engellemekle kalmayan, aynı zamanda soykırımdan çıkış ya da hatta gelecek bir geleceğe dair bir bakış bile sunmayan bir şimdiki zamanda kaybedecek hiçbir şeyin olmadığına dair yaygın bir duyguyu yansıtıyor. Mevcut protesto dalgası, akademik ve profesyonel anlamda on yıllardır krizde olan bir sistemin eleştirisidir. Siyasi açıdan protestocular, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana Batı demokrasilerini yöneten liberal şantajın son versiyonu olan bir Hobson tercihiyle karşı karşıyalar. Onlara popülist sağcı adaylara direnmek için soykırımı kabul etmeleri gerektiği söyleniyor. Şantaja boyun eğmeyi reddediyorlar.

Aşağıda alıntılanan ve Nisan sonu ile Mayıs 2024 ortası arasında yapılan mülakatlar, ABD üniversitelerinde öğrencileri protestoya iten şeyin ne olduğuna dair bir fikir veriyor. Ne bir bütün olarak öğrenci hareketini ne de belirli kampları temsil etme iddiası taşımayan yanıtlar, uyumsuzlukları, çelişkileri ve kırılganlıklarıyla birlikte ortaya çıkmakta olan belirli bir duyarlılığın hatlarını çiziyor. ABD’deki aşağıdaki dokuz kampın lisans ve lisansüstü öğrenci organizatörleri ve üniversite dışı katılımcılarıyla iletişime geçtik: Harvard, Northwestern, Chicago, CUNY, Texas, UMass, Princeton, Columbia ve UCLA. Dokuz soru dağıttık, daha sonra bunları yediye indirdik ve aşağıdaki yanıtları seçtik. Bu kolektif röportaj Arapça olarak Megaphone‘da ve İngilizce olarak Endnotes’da yayınlanacak olup, röportajın tam metnini buradan indirebilirsiniz.

— Salma Shamel, Samer Frangie, Endnotes

1. Neden Şimdi Gazze?

Filistin’in ABD’de yıllar ya da on yıllar boyunca merkezi bir mesele olmamasından sonra Gazze’nin neden bir toplanma çığlığı haline geldiğini düşünüyorsunuz?

(Princeton, AR, Princeton Israel Apartheid Divest Organizatörü): Öğrenci İntifadası’nı örgütleyen neslin, “Filistin”in ilk liberal doğallaştırılma seviyesine ulaştığı bir üniversitede yetişkinliğe adım attığı inkar edilemez. Said birçok ders programının temel dayanaklarından biriydi, Darwish ve Ovid “sürgün şairler” olarak yuvalanabilirdi ve SJP’ler ve JVP’ler ultimate frisbee’den daha fazla/daha az olmayan müfredat dışı kulüplerdi. Elbette, liberal ko-optasyon radikalleşme için mükemmel bir davettir.

Ayrıca 2020 Yazında, hükümetlerimizin sermaye uğruna milyonları bir virüse kurban etmesini kolektif olarak izlediğimiz de yadsınamaz. Ve bunun ortasında, George Floyd’un Minneapolis’te bir polis memuru tarafından sahte bir 20 dolarlık banknot yüzünden öldürülmesini izledik, bu da karseralizmin gerekli bir inkârını doğurdu ve gençliğin ruhunda bir abolisyon pratiğinin filizlenmesine neden oldu. Bu soruya verilebilecek cevaplardan biri, iyi okumuş, daha iyi bağlantılara sahip, daha iyi örgütlenmiş, ırksallaştırılmış şiddetin farkında, hükümetimize karşı kindar ve polise karşı nefret dolu olduğumuzdur.

Yine de daha basit bir cevap, soykırımı izlemenin insanın ruhunun derinliklerinde bir şeyleri uyandırdığı olabilir. Bence çoğunlukla öyle.

(Princeton, CB, Lisansüstü öğrenci organizatörü): Bence Gazze’nin bugünkü merkezi konumu, Siyonist şiddetin en çarpıcı yaşandığı yer olarak kabus gibi bir yer olmasından kaynaklanıyor. İşgal altındaki Filistin’in diğer bölgelerinde yaşayan Filistinliler, Siyonist yerleşimci-kolonyal projenin günlük şiddetiyle yüzleşmek zorunda kalırken, İkinci İntifada’dan bu yana Gazze’de yaşayan Filistinlilere karşı yürütülen beş bombalama kampanyası, İsrail devletinin temelini oluşturan uzun biçimli soykırım şiddetinin en görünür, en yaygın okunabilir örnekleri oldu.

(Northwestern, KK, Lisansüstü öğrenci organizatörü): Gördüğümüz kitlesel seferberlik, Gazze’de on yıllardır gitgide artarak devam eden bir soykırımın, Gazze’deki Filistinliler tarafından dünyaya canlı olarak yayınlanan spektaküler bir soykırım savaşına dönüştüğü ve Batı’nın ekran aracılı dehşeti uzaktan “güvenli” bir şekilde tüketmesini tamamen dayanılmaz hale getirdiği artık tartışılmaz gerçeğinin bir sonucudur.

(Chicago, CI): Bunları basit nedensel terimlerle açıklamak zor, ancak Filistin’e yönelik gençlik desteğinin son yıllarda belirgin bir şekilde artma eğiliminde olduğuna şüphe yok. Bu değişim özellikle genç Yahudi Amerikalılar arasında – ki bunların %33’ü mevcut saldırıdan önce bile İsrail’i soykırımcı bir rejim olarak görüyordu – belirgin olmakla birlikte diğer gruplar arasında da gözlemlenebilir. Burada muhtemelen bir dizi faktör söz konusudur. Örneğin Black Lives Matter’ın ortaya çıkışı, birçok gencin ırksal tahakküm ve devlet şiddeti sistemlerine karşı duyarlılığını dramatik bir şekilde arttırdı. Aynı zamanda Siyahi olmayan pek çok Amerikalıyı da bu şiddet sistemlerindeki kolektif payları ile maalesef daha önce yapmadıkları ölçüde yüzleşmeye zorladı. Ve liberal seçimciliğin dayattığı siyasi, söylemsel ve davranışsal normlara radikal bir meydan okuma teşkil edecek şekilde, daha önce görülmemiş sayıda genç Amerikalıyı – birçoğu ilk kez olmak üzere – sokaklara döktü.

Burada sosyal medya ve akıllı telefon teknolojisinin etkisinden de bahsetmek gerekir. ABD tarihinde yakın zamana kadar, kurumsal medya kuruluşları kamusal söylem üzerinde ezici bir hakimiyet kurdu. Filistin’in bu söyleme girmesine izin verildiğinde, bunu bu kuruluşlar ve hizmet ettikleri siyasi çıkarlar tarafından dikte edilen şartlarda yaptı. Bu, Edward Said’in yaklaşık kırk yıl önce Filistinlilerin kendi tarihlerini, mücadelelerini ve siyasi isteklerini “anlatma izninden” mahrum bırakıldıklarını söylerken kastettiği şeyin bir parçasıdır. Son yıllarda işler değişmeye başladı – şirket medyası Filistinlilere karşı daha az düşmanca davrandığı için değil, kamu bilincine neyin girip girmeyeceğini düzenleme yeteneğini büyük ölçüde kaybettiği için. Giderek artan sayıda Amerikalı, özellikle de genç Amerikalılar, dünya ile ilgili haberleri bağımsız sayfalardan, kuruluşlardan ve sosyal medyada takip ettikleri gazetecilerden alıyor. Bu bağlamda, Filistinliler ve diğer ezilen halklar daha önce yapamadıkları şekilde Batılı kitlelerle doğrudan iletişim kurabiliyorlar.

(Harvard, FA, SG, SW, OL, and SB, Harvard Out of Occupied Palestine Coalition organizatörleri): Filistin her zaman – özellikle de gençler için – çözüme kavuşturulmamış bir sorunu, hâlâ verilmesi gereken bir mücadeleyi temsil etmiştir. Filistin’in sol için neden zamanımızın merkezi sorusu olmasa da merkezi sorusu olduğu konusunda sorulması gereken ilginç sorular var; ancak bu kesinlikle Ekim 2023’ten önce de geçerliydi. Eğer Gazze bir toplanma çığlığı haline geldiyse, bu her şeyden önce Filistin direnişinin tüm biçimleriyle sürmesi ve yenilenmesi sayesindedir. Mevcut hareketin gücü, Filistinlilerin kaderlerinin süresiz olarak ertelenmesini kabul etmemekte oynadıkları rolle doğrudan ilişkilidir. Bu reddin en son ve en güçlü tezahürü olan 7 Ekim’in önemini, özellikle de uluslararası dayanışmayı harekete geçirmesi ya da en azından dünyayı Filistin sorunuyla bir kez daha yüzleşmeye zorlaması bakımından küçümsememeliyiz. Ancak Mayıs 2021 olayları [Şeyh Jarrah protestoları], ABD ve dünya çapında protesto eden mevcut öğrenci neslinin siyasallaşmasında özellikle önemliydi, çünkü bu aynı zamanda bir dizi etkili genç Filistinli aktivist ve entelektüelin hem ana akımda hem de özellikle sosyal medyada giderek daha fazla öne çıktığı bir andı. 2024 kamplarında harekete geçirilen bilinç ve örgütlenme altyapısının bir kısmı, 2021 deneyiminin yanı sıra 2018’deki Büyük Dönüş Yürüyüşü ile dayanışma protestolarından inşa edildi.

(University of Texas at Austin, LL): El Aksa Tufanı’nın yol açtığı değişim Filistin’in özgürleşmesini merkeze taşımıştır. Filistin’le ilgili #SaveSheikhJarrah ya da BDS hareketi gibi önceki dayanışma çalışmaları, Filistin diasporası ve müttefikleri için büyük ölçüde aktivist kaygılar olarak silolanmıştı. ABD’deki Filistin dayanışması örgütleyicileri son birkaç on yılda şu an için çok önemli bir zemin hazırladılar. BDS’den dayanışma mitinglerine kadar onlarca yıldır sürdürülen savunuculuk ve kampanyalar, Filistin davasına yönelik farkındalık ve desteğin tohumlarını atarak sempatizan alanını genişletti. Polis karşıtı ayaklanmalara, abolisyonist kampanyalara, yerli direnişine ve toprak savunmasına katılan Filistinli örgütçüler ve diğerleri, ortak düşmanlarımız arasındaki maddi bağlantıları göstermiş ve hareketler arasında militan stratejik düşünce kültürünün yayılmasına yardımcı olmuştur. Bu son direniş dalgasının kampüslere yayılması da tesadüf değil. Birçok kampüste, Filistin’de Adalet İçin Öğrenciler veya benzer dayanışma örgütlerinin yerel şubeleri genellikle öğrenci radikal ortamının en tutarlı, bazen de en radikal bileşenidir. Daha geniş bir örgütlü Filistin dayanışma çalışması ağıyla bağlantıları sayesinde bu örgütler, kampüslerdeki sol grupların çoğunun başına bela olan değişim ve örgütsel çöküş döngülerine dayanabilmektedir.

2. Kampların Soykütüğü

Hareketinizin ABD’deki diğer hareketlerin soykütüğüne ait olduğunu düşünüyor musunuz? ABD’de bir kuşak değişimine işaret ediyor mu?

(Princeton, AR): Sanırım bir önceki soruya verdiğim cevap aslında büyük ölçüde bu soruyla ilgili, ancak biraz daha derine inersek, direnişin en çok kendi hayatlarına daha az, başkalarının hayatlarına ve geleceğe daha fazla bağlılık duyan nesiller arasında mümkün olduğunu düşünüyorum. Benden önceki nesiller hakkında konuşamam ama kişisel olarak Amerikan ruhunun kronik hastalığı içinde büyüdüğümü söyleyebilirim. Ulus, tüm yaşamı o kadar değersizleştirdi ki, hey, beni bu kadar az önemsiyorsanız, bedenimi, zihnimi riskli bir şekilde, güvensiz bir şekilde kullanmama izin verin, bakalım bu bizi nereye götürecek dememek imkansız gibi geliyor. Tanıdığım pek çok insan, benim gibi kariyer sahibi akademisyenler, Filistin’e doğru bakmaya ve onun hepimizi, alabileceğimiz her santimi hak ettiğini söylemeye istekli – bu tür bakma eylemleri ancak kendi hükümetinizin aynı insanlara ölümleri için nasıl neşeyle baktığını anladığınızda, ellerinde fırsat olsa bize de böyle bakacaklarını bildiğinizde üretilir.

(Princeton, CB): Öğrenci İntifadası’nın somutlaştırdığı şey, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki adalet mücadelemizin dünyanın dört bir yanındaki dekoloniyal mücadelelerle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunun giderek daha iyi anlaşılmasıdır. Kamplar; Flint Su Krizi, NODAPL Standing Rock protestoları, George Floyd protestoları ve Black Lives Matter hareketi sırasında yetişen öğrenciler tarafından başlatıldı. Küresel iklim krizinin işareti altında örgütlenen bu hareketler, kaynak çıkarma ve kitlesel ölüm üzerine kurulu bir ulusta adalet bulamayacağımızı açıkça ortaya koydu. O halde tanık olduğumuz şey, kapitalizmin kendi kendini sürdüren mitinin yaygın bir şekilde reddedilmesidir. Hayatta kalmak için başka bir dünya yaratmalıyız.

Toronto kampında Klee’nin Angelus Novus’unun ve Césaire’den bir alıntının yer aldığı bir pankart gördüm: “Dünyada başlamaya değer tek şey… elbette dünyanın sonu olacaktır!” Kamplar açıkça apokaliptik bir proje ve bunun bir parçası olmak ne büyük bir keyif, ne büyük bir güç! Eğer kamplar öğrenci ve topluluk üyeleri arasındaki bölünmenin reddiyse, aynı zamanda bildiğimiz dünyanın da reddidir: bireyselleştirilmiş, bölünmüş ve vahşileştirilmiş. Occupy gibi, kamplar da bir protesto biçimi olduğu kadar bir topluluk oluşturma, akrabalık içinde yaşama biçimidir.

(Harvard, FA, SG, SW, OL, ve SB): Mayıs 2021’deki Birlik İntifadası’nın, 2020’de George Floyd’un öldürülmesini takip eden protesto aylarından neredeyse tam bir yıl sonra ortaya çıkması bizim için bir kayıp değil. 2014 yılında Michael Brown’ın öldürülmesinin ardından yaşanan Ferguson ayaklanması ve Gazze’deki Koruyucu Hat Operasyonu ile birlikte, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ırkçılık karşıtı mücadeleler ve Filistin dayanışması birbirini tamamlayıcı nitelikte olmuştur. Koalisyonumuz, Afro-Amerikan örgütçüler ile Filistinli dayanışma aktivistleri arasında son on yıllık protestolarda kurulan somut örgütsel bağlantıların yalnızca bir örneğidir.

(UCLA, JP, UCLA kampı katılımcısı): Bugün kampüste düzenlenen protestolara katılan öğrencilerin çoğu 2018 yılında liselerinde silah şiddetine karşı düzenlenen protestolara katılmışlardı. George Floyd’un 2020’de öldürüldüğü sıralarda mezun olmuşlardı. Onlar için George Floyd protestoları, büyük bir sosyal hareketle ilgili ilk deneyimleri olabilir. Bu hareketin protestocular adına bir değişime işaret ettiğinden emin değilim ama devletin protestolara verdiği tepkide bir değişime işaret ettiği kesin. Çoğunlukla barışçıl olan protestoların bu denli bastırılması daha önce görülmemiş bir şey. Bunun bu hareket üzerinde son derece radikalleştirici bir etkisi var.

(UMass Amherst, RH & KG, UCLA kampına katılan SJP ve Prison Abolition Collective üyeleri): Filistin yanlısı hareket, hapishanelerin kaldırılması hareketi ve BLM Hareketi birbiriyle bağlantılıdır. BLM’den önce Ferguson ayaklanması vardı, Filistinlilerin ilk kez Amerikalı protestoculara biber gazı ile nasıl başa çıkacaklarını anlatan tweet’ler attığını gördük. Ferguson’da Filistin ile bağlantılı pek çok pankart ve mesaj vardı. Ve Derek Chauvin’in George Floyd’un boynuna sekiz dakika boyunca dizini koyduğunu gördüğümüzde – bunlar Filistin’de son on yıllarda gördüğümüz taktiklerdi. Bu polisler IDF tarafından eğitiliyor. Kelimenin tam anlamıyla İsrail’e gönderiliyorlar ve İsrail ordusundan bu korkunç, şiddet içeren taktikleri öğreniyorlar. Tüm bu mücadelelerin birbiriyle ne kadar bağlantılı olduğunu fark ediyorsunuz. Buradaki insanlar artık gözlerini adaletsizliklere, ifade özgürlüğü maskesine açıyor. Kendi kampüsünüzde şiddete maruz kaldığınızda, bu hayatınızı değiştiriyor; sizi radikalleştiriyor.

(CUNY, SK, CUNY kampı katılımcısı): Son on buçuk yıldır bir dizi mücadele yaşanıyor. Her yeni mücadele dalgası bir sonraki için zemin hazırlıyor. Bu özel hareketin ne kadar hızlı yayıldığı, taktik seçimi ve hem biçim hem de içerik açısından ne kadar radikal olduğu, bu dizinin bir parçası olarak düşünüldüğünde anlaşılabilir. Benim izlenimim, kamplara katılanların çoğunun 2020’ye katılmak için biraz fazla genç olduğu yönünde. Daha önce hiçbir hareketin parçası olmamış olanlar, geçmişi fetişleştirmeden ya da geçmişle ilgili hayal kırıklığına uğramadan, ciddiyetle kendileri için bir şeyler bulmaya çalışıyorlar. Net bir dizi tarihsel referans noktası var: 1968’deki Columbia, 1980’lerde kampüslerdeki Apartheid karşıtı hareket ve bir dereceye kadar 2008-9 öğrenci işgalleri. Ancak özellikle daha yakın geçmişe dair çok az tarihsel hafıza var gibi görünüyor. Yine de bu çok şaşırtıcı değil. Ortaya çıkan her yeni hareketin bir öncekinin tüm derslerini çok hızlı bir şekilde yeniden öğrenmek zorunda kaldığı kalıcı bir amnezi döneminde yaşıyoruz.

3. Elden Çıkarma Politikaları

“İfşa Et” ve “Elden Çıkar” çağrılarınızda, hareketinizin iki kategori arasında hareket ettiğini görüyoruz: biri maddi (bu şekilde para kazanmayın) ve diğeri etik (bizi dahil etmeyin; suç ortağı olmak istemiyoruz). Öncelikle, bize ilk maddi kategoriye dair somut örnekler verebilir misiniz? Sizce üniversitenizin en sorunlu yatırım uygulamalarından bazıları nelerdir? Bu uygulamalardan vazgeçmenin stratejik önemi ne olabilir?

(Harvard, FA, SG, SW, OL, ve SB): Taleplerimizin temelinde, üniversitenin yatırımları konusunda açıklama ve şeffaflık çağrısı yer almaktadır. Bu sadece ‘kötü’ yatırımları tespit etmek için bir araç değil, aynı zamanda bağışla ilgili kararları demokratik denetime tabi kılmanın bir yoludur. Bilgilendirme, hissedar sorumluluğu konusunda son derece sınırlı danışma komitelerine dayanan mevcut modeli değiştirerek, üniversitenin öğrencilerinin ve çalışanlarının bağış yönetimine daha fazla katılımını gerektirmelidir.

Derin ve köklü muhafazakarlığı ile yönetiminin en azından bir kısmını fakülte senatolarına (öğrenci konseyleri bir yana) devretme girişimlerine rutin olarak direnen bir kurum olan Harvard’da bunun gerçekleşme ihtimali acil olduğu kadar uzaktır. Harvard, 50 milyar doları aşan değeriyle dünyanın en büyük akademik bağışına sahiptir. Bağışın sadece %3’ü doğrudan halka açık hisse senetlerine yatırılmaktadır. Geri kalanı ise bir dizi iştirak aracılığıyla dolaylı olarak kontrol edilmektedir. 2023 yılında toplam vakfın %70’i hedge fonlarına ve özel sermayeye tahsis edilmiştir. Dolayısıyla, bağışların büyük çoğunluğu kamuya açıklanmaktan korunmaktadır.

Tam açıklama talep ediyoruz çünkü üniversite bağışlarının, kamu hisse senetlerine yapılan az sayıdaki doğrudan yatırımla bağışları aklarken en çirkin yatırımlarını gizli özel holdinglere kaydırmalarına izin verilemez. Örneğin Brown Üniversitesi’nin fosil yakıtlardan vazgeçme taahhüdünün, doğrudan kamu hisse senetlerine yatırılan vakfın %5’inden daha azı için geçerli olduğu kısa süre önce ortaya çıkmıştır. BDS ve Filistin için yürüttüğümüz aktivizm, diğer finansallaştırılmış kamulaştırma türlerine direnecek öğrenci hareketleri için zemin hazırlıyor.

Özellikle üniversitelerin tasfiyesini ve şeffaflığını talep ediyoruz, çünkü üniversite hayatı hiç bu kadar finansallaşmamıştı. Bağışçı sınıflara ve varlık yöneticilerine borçlu olan yöneticiler ile tasfiyeyi destekleyen öğrenciler, öğretim üyeleri ve personel arasında büyüyen kopukluğun bu durumdan kaynaklandığına inanıyoruz. “Her zamanki gibi finansallaşmayı” kesintiye uğratarak ve şeffaflık talep ederek, gerici güçlerin üniversiteyi giderek daha fazla kontrol altına alma yollarını tersine çevirmeyi amaçlıyoruz.

(Princeton, CB): Princeton Üniversitesi Mütevelli Heyetinde, İsrail’e Gazze’yi bombalamak için kullanılan havadan karaya füzeleri, misket bombalarını ve savaş uçaklarını sağlayan silah şirketi RTX için çalışan üyeler bulunmaktadır. Üniversite ayrıca Savunma Bakanlığı’ndan 300 milyon doların üzerinde fon alıyor. Üniversite “resmi” olarak silah araştırmaları yapmasa da, örneğin “burun-konisi optimizasyonu” araştırmaları için Savunma Bakanlığı’nın fon sağlamasına şüpheyle yaklaşmak gerekir. Maddi ve akademik tasfiye talebi, bu üniversitede icra edilen entelektüel emeğin, ABD’nin ölüm için işaretlediği insanların kolektif ölümsüzleştirilmesine dayanan bir militarizm tarafından ele geçirilmemesi talebidir.

(UMass Amherst, RH & KG): UMass’teki üç üniversitenin Raytheon Technologies ile ortaklığı bulunmaktadır. Raytheon UMass’e kampüste işe alım yapması için para ödüyor, öğrencilere araştırma yapmaları için harç indirimi sağlıyor ve müfredatı etkiliyor. Öğrenciler “savunma” endüstrisinde çalışmaya teşvik ediliyor ve bu da Raytheon’un 2021 yılında UMass mezunlarının altıncı en büyük işvereni olmasıyla sonuçlandı. Taleplerimiz Raytheon ile bağları koparmayı amaçlıyor. Ayrıca, öğrencilerin sıkıntılarını daha da artıran polis departmanına yıllık 7 milyon dolar tahsis edilmesine karşı çıkıyor ve bu fonların öğrenci barınma krizini çözmek için yeniden tahsis edilmesini savunuyoruz. Ayrıca UMass Vakfı’nın bağışlarımızın nereye yatırıldığını açıklamasını ve silah üreticilerinden el çekmesini istiyoruz. UMass sisteminin başkanı Marty Meehan, özellikle 7 Ekim sonrasında İsrail’e destek konusuna odaklanan Teröre Karşı Üniversiteler koalisyonuna imza attı. Geçen dönem Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’nı kullanarak Filistin, İsrail ve protestocularla ilgili yazışmaları araştırdık ve yönetimin e-postalarında neleri tartıştığını ortaya çıkardık. ADL ile yapılan yazışmalarda UMass yönetiminin “ADL toplantıları” düzenlediğini, bu toplantılarda ADL’nin görüşlerini tartıştıklarını ve Siyonizm karşıtlığını antisemitizmle bir tuttuklarını ortaya çıkardık. Tüm bunlar, öğrenci değerleri ile kurumsal kararlar arasında neden bir kopukluk olduğunun açık olduğunu gösteriyor.

(University of Texas at Austin, LL): Teksas Üniversitesi, Harvard’ın ardından tüm üniversiteler arasında en büyük ikinci bağışa sahiptir. Bağışın yatırımları arasında Lockheed Martin, Raytheon, Boeing ve Northrop Grumman gibi askeri müteahhitler yer almaktadır. Bu finansal yatırımların ötesinde UT, ordu ve kurumsal yönetimle doğrudan işbirliği yapan bir araştırma merkezi olarak faaliyet göstermektedir. Bunların en önemlisi, UT’nin yakın zamanda ordunun modernizasyonuna adanmış bir bölümü olan ABD Ordusu Gelecek Komutanlığı ile yaptığı işbirliğidir.

(Chicago, CI): “Kurumsal tarafsızlık” söylemine rağmen, Chicago Üniversitesi uzun süredir İsrail kolonyalizminin destekçisi ve Filistin kurtuluşunun düşmanı olarak işlev görmektedir. Örneğin geçtiğimiz Ocak ayında – İsrail UAD tarafından soykırım suçu nedeniyle aktif bir şekilde soruşturulurken – Başkan Paul Alivisatos, İsrail kurumlarıyla “ortaklıkları daha da geliştirmenin” yollarını tartışmak üzere bir İsrail Başkonsolosun resmi olarak ağırladı. Ancak üniversitenin İsrail kolonyalizmi ile olan maddi ve ideolojik bağları herhangi bir toplantıdan çok daha derinlere uzanıyor. Üniversite, 2010’ların ortalarından bu yana, eski bir İsrail büyükelçisi tarafından kurulan ve İsrail askeri ve güvenlik kurumlarıyla kapsamlı bir şekilde bağlantılı bir propaganda kuruluşu olan İsrail Enstitüsü ile aktif bir ortaklık sürdürmektedir. ABD kampüslerinde İsrail yanlısı savunuculuğu finanse eden Siyonist bir kuruluş olan Schusterman Aile Vakfı ile bağlantılı olarak kurulan İsrail Enstitüsü, her yıl Chicago Üniversitesi’ne İsrail ve tarihi hakkında propaganda dersleri vermek üzere bursiyerler gönderiyor. Üniversitenin düzenli olarak ağırladığı Enstitü üyelerinden biri, birinci intifada sırasında Askeri İstihbarat Direktör Yardımcısı olarak görev yapan İsrailli kıdemli bir general olan Meir Elran‘dır. Bir işgal generali ve askeri stratejist olarak edindiği deneyimlerden doğrudan yararlanarak, İsrail’i diğer “liberal demokrasilerin” taklit etmesi gereken bir güvenlik modeli olarak çerçeveleyen “terörle mücadele” dersleri veriyor.

2020 tarihli bir rapor, Üniversitenin yatırım yaptığı Borsa Ticaret Fonlarının “hem konvansiyonel hem de nükleer silah üretimine 6 milyar dolar yatırım yaptığını” ortaya koymuştur. Bu yatırımın alıcıları arasında General Dynamics, Lockheed Martin, Boeing ve İsrail’in diğer önde gelen silah tedarikçileri yer almaktadır. Bu ve diğer pek çok nedenden ötürü, Üniversite’nin yatırım politikaları Uluslararası Af Örgütü’nden 0/40 insan hakları notu almıştır. Af Örgütü, Üniversite’nin BM Sorumlu Yatırım İlkeleri’ni imzalamayı reddetmesinin yanı sıra, bağış fonunun insan haklarını dikkate alan bir politikası olmadığını ve yatırım varlıklarının kamuya açıklanmadığını belirtti.

(UCLA, JP): Üniversiteler silah üreticileridir. Teknolojileri geliştirir, parayı aklar, işçileri eğitir ve onay üretirler. Üniversite mütevellilerinin Lockheed Martin ve Raytheon gibi savaş vurguncularıyla doğrudan bağlantıları vardır. Sayısız STEM programı öğrencilerini DARPA’da çalışmaya gönderiyor. İnsanlar Güney Afrika’da apartheid’ı sona erdirme hareketinin nasıl işlediğini görmeye çalışıyor. Belki de bu mücadelede benzersiz olan şey, hem anlamlı hem de kazanılabilir görünen taleplerin sayısıdır. Büyük üniversitelerin Siyonist çıkar gruplarıyla olan sözleşmelerini feshetmeye zorlanması son derece önemli olacaktır. Ancak, kurumların ‘fonlarının kesilmesi’ ile ilgili söylemlerin gerçek sınırları vardır. George Floyd hareketi sırasında radikal enerjinin kullanılma yollarından biri de buydu: insanlar polisin fonlarının kesilmesine odaklanmaya başladılar. Şunu da belirtmek gerekir ki hiçbir baskı ABD’yi İsrail ile bağlarını tamamen koparmaya ikna edecek gibi görünmüyor.

(Northwestern, KK): Yerel bağlamımızda, ekonomik bir elden çıkarma talebinin özgürleşme ve ortadan kaldırmaya yönelik siyasi bir örgütlenme aracına dönüştürülmesindeki başarısızlığın, bu talep temelli harekete sinsi bir iş/sözleşme müzakereleri mantığının hakim olmasına izin verdiğini gözlemledik. PSL (Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi) gibi siyasi örgütlerin girişkenliği, demokratik olmayan örgütsel yapılar ve ilkesiz, fırsatçı bir fiili liderlik Kuzeybatı kampının yenilgisini hızlandırdı. Yakın zamanda mezun olan işçilerin sendikal ihanetlerini hatırladık, ancak Filistin kurtuluş hareketine kırıntılar için ihanet etmek insanlığın anlamına hakarettir. Ölümden gerçek anlamda vazgeçmenin nekropolitik bir rejim içinde gerçekleşemeyeceğini anlayan bir siyasi ufuk olmadan, vazgeçme kampanyaları üniversiteye en iyi ihtimalle bağışlarını aklama ve imajını renklendirme fırsatı sunar, en kötü ihtimalle ise daha fazla öğrenci yaşamı kaynağı ve daha iyi DEI temsili için Öğrenci İntifadası’nı satan bir “biraz kazan, biraz kaybet” satranç oyunudur.

4. Suç Ortaklığı Politikası

…İkinci olarak, ABD üniversitelerinin ya da en azından bazılarının soykırımla suç ortaklığı yaptığına işaret ettiğinizde maddi talebinizi etik bir talebe dönüştürüyorsunuz. Bu etik talep, maddi talebin siyasileştirilmesi için bir zemin oluşturuyor. Hareketlerinizin hem üniversite hem de bir bütün olarak ABD sistemi karşısında ortaya koyduğu etik talebi nasıl gördüğünüzden biraz daha bahsedebilir misiniz?

(Princeton, CB): Suç ortaklığının tanınması, sosyal analizin temel birimi olarak bireyden bir kopuştur. Burada, bireyselliği epistemolojik bir başarısızlık olarak işaretleyen Samah Jabr’dan biraz ilham alıyorum. Yani, sistemler düzeyinde düşünmeliyiz. Acımasız ilişkimiz konusunda ısrarcı olmalıyız. Suç ortaklığının tanınması ve suç ortağı olmayı REDDETME hakkı, kısmen Amerikan sosyal düzeninin dayandığı kötü niyetin reddidir. Eğer politik ekonomimizi yapılandıran çıkar ve şiddetten kaçış yoksa, kötülüğe yatırımı neden reddedelim? Bu terimleri mümkün olan her noktada reddetmeliyiz.

(Harvard, FA, SG, SW, OL, ve SB): Bu soru bize faydalı bir ayrım sunuyor: gerçekten suç ortaklığını hedef alan bir politika mı izliyoruz, yoksa analizlerimiz bizi sorunun daha geniş bir tanımına mı götürüyor? Suç ortaklığı elbette söz konusudur; üniversitemizin soykırım ve etnik temizlik mekanizmasını finanse ettiğini söylemek – daha düşük derecede veya uzak bir katılım biçimini ima ederek – kuruma zulümlerde eşlik eden bir rol atfetmektir. Bu, özellikle de Filistin’deki faillerin eylemleriyle kıyaslandığında, bir ölçüde doğrudur. Ancak kurumlarımızı suç ortaklığıyla itham etmek yeterli midir? Elit üniversiteler Amerikan emperyalizminin aygıtının temel bir bileşenidir. Siyasi ve kapitalist sınıfını, bürokratlarını ve teknisyenlerini eğitir; silahlarını ve diğer dolaylı baskı biçimlerini geliştirir, test eder ve rafine ederler. Üniversiteler Amerikan hegemonyasının sürdürülmesinde, elden çıkarma meselesinin ele aldığından çok daha geniş bir rol oynamaktadır. Analizlerimizde İsrail’e daha büyük emperyal müttefikinden bir miktar özerklik tanımamız gerekse de, Siyonizm’in ABD hegemonyasının daha büyük projesi için temel bir stratejik varlık olduğu da inkar edilemez.

 Soru aynı şekilde ulusal düzeyde de sorulabilir: ABD’nin Gazze’de devam eden yıkımdaki rolünü sadece suç ortaklığı olarak nitelendirmek ne derece doğrudur? Geçtiğimiz haftaların en beklenmedik gelişmelerinden biri de öğrenci hareketinin ulusal ve uluslararası ölçekte güç kullanma becerisi oldu. Ülkenin dört bir yanındaki kamplar bireysel güçlerini karşılıklı olarak pekiştirmeye başladıkça, uygulanan baskının kampüs sınırlarını çok aştığı açıkça ortaya çıktı. Haftalar süren oyalamadan sonra Biden yönetiminin nihayet İsrail’e hazırladığı ateşkes anlaşmasını kabul etmesi için baskı yapmaya başlaması tesadüf değildir. Hareketin kendisi Kasım ayındaki seçimlerle ilgili olarak hiçbir zaman gerçek anlamda bir pozisyon ifade etmemiş olsa da, ölçeğinin, altı ay içinde Trump’a karşı bir ‘halk cephesi’ kurma olasılığı artık ciddi bir tehlike altında olan görevdeki başkan için ciddi bir seçim sorununu temsil etmeye başladığına inanmak zorundayız.

(Chicago, HD): Amerika Birleşik Devletleri hükümetinin Filistinlilerin soykırımında suç ortağı olduğunu söylemek yetersiz ve neredeyse analitik olarak yanlış bir ifadedir. Şu anda Biden ve Netanyahu yönetimleri tarafından yönetilen ABD ve İsrail, Filistinlilere karşı birlikte soykırım yapmaktadır. Hem maddi hem de söylemsel olarak Teröre Karşı Küresel Savaş’a entegre edilen bu soykırıma hizmet etmek için silah, istihbarat, para ve propaganda noktalarını paylaşıyor, ülke içinde kontrgerilla faaliyetleri yürütüyorlar. ABD kampüslerindeki öğrenci hareketinin bastırılması İsrail Stratejik İşler Bakanlığı ve ADL gibi Siyonist örgütler tarafından yönlendirilmektedir.

 “Hamas’ı yok etme savaşı” olarak çerçevelenen Gazze’ye karşı tırmandırılan soykırımı anlamak için, İsrail’in kilit bir askeri-stratejik bileşeni olduğu ABD’nin bölgedeki projesini anlamakla başlamalıyız. ABD, İsrail’e kendisine karşı çıkan komşularına karşı niteliksel bir askeri üstünlük ve BM Güvenlik Konseyi gibi uluslararası arenalarda mutlak bir siyasi koruma sağlıyor. ABD ve İsrail arasındaki ideolojik ve kültürel bağlar – ortak yerleşimci-kolonyal  geçmişleri, Hıristiyan Siyonizm’in etkisi, beyaz üstünlüğü vb. – elbette bu diğer dinamiklerden ayrılamaz.

 ABD’nin bölgeye yaklaştığı Terörle Savaş çerçevesi de bir İsrail projesidir ve yol gösterici “terörizm” kavramı büyük ölçüde Siyonist yerleşimcilerin Filistinlilerle olan deneyimlerine dayanmaktadır. Terör söylemi, 7 Ekim’den bu yana hareketin büyümesinden çok daha önce ABD üniversite kampüslerinde Filistin savunuculuğunun bastırılmasında silah olarak kullanılmaktadır. Profesör Sami al-Arian kampımızda sanal olarak konuştu. Siyonist üniversite rektörünün kışkırtmasıyla ABD hükümeti Florida’da yaşayan bu Filistinli akademisyeni siyasi tutuklu olarak tuttu, kişisel kütüphanesindeki kitapları kullanarak onu “Filistin İslami Cihad teröristi” olarak göstermeye çalıştı ve sonunda 11 Eylül sonrası ABD ulusal güvenlik devleti tarafından gizli delillerin kullanılmasına karşı çıktığı ve Filistin davasını destekleyen kurumlar inşa ettiği için onu ülke dışına sürdü.

5. Öğrenci Figürü

Yerlinin antagonisti yerleşimcidir, işçinin antagonisti kapitalisttir, ancak öğrencinin antagonisti mutlaka belirli bir fail değildir, sadece üniversitenin idari sınıfı değildir. Yine de belki de belirsiz konumu nedeniyle öğrenci figürü, toplumun diğer kesimlerinde yankı bulabilecek siyasi iddiaların ortaya atıldığı bir yer olarak durabilir. Bu figürü nasıl harekete geçirdiğiniz ve onun aracılığıyla üniversitenin sınırlarının ötesine nasıl ulaştığınız hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz?

(Northwestern, KK) : Öğrenci aktivist, ideal olarak Filistin kurtuluş hareketinin kendisini bir savaş alanı olarak kampüsten çıkarıp toplumun genelindeki maddi çelişkiler ve antagonizmalarla ilgilenen bir mücadeleye doğru genişletmesine yardımcı olan bir geçiş figürüdür. Öğrenci figürünün, öğrenci olmanın getirdiği ayrıcalıklar ve korumalardan mahrum bırakılması halinde kaybedeceği şeylerden dehşete düştüğünde kendini aşma misyonunu raydan çıkardığını, terk ettiğini ya da ihanet ettiğini de gördük. Elbette bu kayıplar Gazzelilerin yaşadıklarının yanında hiçbir şey. Ancak önemsiz de değiller. Bu korkuların üstesinden gelmek için çok fazla eğitim, deneyim, bağlılık, cesaret, zeka ve kolektif güven gerekiyor. Bu sürecin henüz çok başındayız.

 Kamplar, yeni politize olmuş öğrencilerin birbirleriyle tanışmaları, öğrenmeleri, mücadele etmeleri ve kurtuluş hareketinin mevcut aşamasında talep temelli mobilizasyonun ve kampüs temelli yüzleşmelerin şartlarını ve sınırlarını ilk elden keşfetmeleri için paha biçilmez alanlar olarak işlev gördü. Bunun, polis tarafından şiddetle saldırıya uğrayan ve basılan kampların yanı sıra ciddi bir mücadele vermeden teslim olan ve serpinti sırasında tüm meşruiyetini kaybeden kamplar için de geçerli olduğuna inanıyorum. Aramızdaki en ciddi ve kararlı olanlar bu sınırlardan uzun süre ders çıkaracak.

(Columbia, S, SJP): Öğrencileri ayrı bir kategori olarak konumlandırmanın, ayaklanmalarımızın işçi sınıfı öncülüğündeki ayaklanmalardan ayrıştırıldığı statükocu söylemi beslediğini söyleyebilirim. Kampları, elden çıkarma kampanyalarını, karşılıklı yardımlaşmayı ya da ortadan kaldırma praksisini biz icat etmedik; tüm bunları bizden önceki işçi sınıfı öncülüğündeki eylemlerden öğrendik. Çabalarımız işçi sınıfının kapitalizme ve onun temsilcilerine karşı mücadelesinin bir parçasıdır. İşte bu noktada ayrıcalık ve suç ortaklığı üzerine zor konuşmalar gerçekleşiyor. Columbia öğrencileri olarak bizler Harlem’in soylulaştırılmasında ve sakinlerinin yerinden edilmesinde suç ortağıyız. Columbia öğrencileri olarak eğitimin daha erişilemez hale gelmesinde suç ortağıyız. Ve dünyanın dört bir yanında gerçekleşen çok sayıda soykırımda suç ortağıyız. Bu sabah yaptığımız bir konuşma, CCNY’de tutuklanan arkadaşlarımızın ağır suçlarla suçlanırken Columbia’da tutuklananların bunun yerine hafif suçlarla suçlanmasıyla ilgiliydi. Ivy ligi ayrıcalığı canlı ve iyi durumda. Sizi besleyen, dünyaya görünür kılan, insanların sizinle empati kurmasını sağlayan, sizi koruyan bir ayrıcalıkla ne yaparsınız?

(UMass Amherst, RH ve KG): Bence bir devlet üniversitesi olarak içinde bulunduğumuz bağlam, bizim deneyimimizi Ivy League’den çok farklı kılıyor. Hareketimiz sadece öğrencilerden oluşmuyor; mezunlar, topluluk üyeleri, personel ve fakülte üyelerinden oluşuyor. O kampta bulunan herkesi kapsıyor ve kamusal olduğumuz için tüm bu insanları kampüsümüzde ağırlamamıza yasal olarak izin veriliyor. Karşıtlarımız yönetim ve polistir, ki bu da daha büyük toplumsal çelişkilerin bir belirtisidir, yani çalıntı topraklar üzerinde olduğumuz ve tüm bu ülkenin şiddet üzerine kurulu olduğu gerçeğidir. Dolayısıyla tek düşmanımızın yöneticiler olduğunu söylemek doğru değil. Düşmanımız devlettir. Daha önce ifade özgürlüğü ve sansürden bahsetmiştik. Hedefimiz tüm gözler Refah’ın üzerindeyken, öğrenci figürü harekete geçiriliyor çünkü kampüslerimiz ifade özgürlüğünün öncüsü ve tüm bu fikirlerin erime potası olmakla gurur duyuyor. Polis tarafından acımasızca dövülmek bu yanılsamayı yıkıyor.

(Harvard, FA, SG, SW, OL, ve SB): Elbette, ülke genelindeki kamplar – belki de en çarpıcı şekilde Columbia’da – Amerikan üniversitelerinde 1960’lara kadar uzanan uzun bir öğrenci işgali ve diğer doğrudan eylem geleneğini çağrıştırdı. O ölçüde, öğrenci figürü artık aşina olduğumuz bu şekilde harekete geçirildi. Öğrencilerin siyasi radikalizmle özdeşleştirilmesi, hareketin başlangıcından bu yana Amerikalı üniversite öğrencilerinin BDS karşıtı baskının (açıkça İsrail devleti tarafından yönetilen ve çeşitli Amerikan Siyonist örgütleri tarafından takip edilen) değişmez hedefi olmaya devam etmesinin de nedenidir. Son kampların bastırılması, son yirmi yıldır süregelen bu Siyonist tepkinin yoğunlaşmasından başka bir şey değildir.

 Aynı zamanda, öğrenci figürü son yıllarda bazı önemli dönüşümler geçirmiştir. Güvencesizlik deneyimi -özellikle de yüksek lisans öğrencileri arasında- pek çok kişinin “öğrenci işçi” kimliğini ve buna eşlik eden siyasi öznelliği benimsemesine yol açtı. Öğrenciler kendilerini sendikalarda, genellikle de Birleşik Otomobil İşçileri (UAW) gibi daha büyük sanayi sendikaları içinde örgütlediler. Dolayısıyla öğrenciler olarak eylemlerimiz, medya gösterilerindeki yankıların ötesinde, toplumun diğer kesimleriyle de giderek daha fazla bağlantılı hale geliyor. Sonbaharda ülke genelindeki sendikalarda kabul edilen BDS kararları bunun bir örneğidir. Son olarak, Kaliforniya Üniversitesi sistemindeki yaklaşık 50.000 akademik çalışanı temsil eden UAW 4811’de, UC sisteminin bu protestoları bastırmasına tepki olarak yapılan başarılı grev yetki oylaması, ulusal emek hareketinin uluslararası Filistin dayanışma hareketine giderek daha fazla eklemlendiğine tanıklık etmektedir.

6. Üniversite Alanı

Sadece kampüste harekete geçerek bile, zengin mezunların tehditlerinden üniversite rektörlerinin kongrede dinlenmesine ve baskıcı devlet aygıtlarının ABD kampüslerinde konuşlandırılmasına kadar farklı biçimler alan devlet ve üniversite arasındaki gizli anlaşmayı ön plana çıkardınız. Üniversitenin sözde özerkliği son aylarda şiddetle ezildi. Sizce üniversite ve devlet arasındaki bu yutan ilişkiyi yıkmak mümkün mü?

(Princeton, CB): Son birkaç aydır Ivy League kongresinde verilen ifadelerden, seçkin üniversitelerdeki öğrenci protestolarını bastırmak için en üst hükümet düzeyinde koordineli bir çaba olduğu açıkça görülüyor. Gelecekteki bir Trump başkanlığında “akademik özgürlüğün” sona ereceğine dair endişeler Başkan Biden döneminde hayata geçirildi. Ancak Princeton Üniversitesi’nin bağlılığı her zaman ve her şeyden önce dolara olmuştur. Princeton ve ultra zengin akran kurumları için tehlikede olan şey vergiden muaf statüleridir. Üniversitenin “özerkliği” her zaman, bu seçkin Amerikan kurumlarında küresel olarak benzersiz bir ölçekte var olan drakonik servet istiflemesine karar veren ve buna izin vermeye devam eden kontrol edici mali ve hükümet çıkarlarına karşı dengelenmiştir. Neredeyse her alanda gördüğümüz baskılar, bu statünün ne kadar tehlikeli olduğunun bir göstergesidir.

(Harvard, FA, SG, SW, OL, ve SB): Amerikan ana akım medyası, elit ve Ivy League kampüs siyasetini, sanki daha geniş anlamda siyasi momenti anlamanın anahtarıymış gibi haber yapma konusunda uzun bir geçmişe sahiptir. Bunu, seçkin üniversite sınıflarının soluksuz medya haberlerinde ortaya çıkan ve son on yılda pek çok kişinin siyasi yaşam hakkında konuşma ve şikayetleri dile getirme biçiminin merkezine taşınan bir motif olan “iptal kültürü” hakkındaki uzun panikle gördük. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Amerikan medyası en çok elit kampüslerdeki protesto hareketleriyle meşgul oldu. Bu kısmen, elitlerin oluştuğu ve sosyalleştiği, uzmanlığın pekiştirildiği ve onaylandığı yerler olarak gerçek merkeziyetlerini temsil etmektedir. Kısmen de bu üniversitelerde elden çıkarma talep eden öğrencilerin, kurumlarının bağışlarının büyüklüğü nedeniyle en büyük taleplerde bulundukları doğrudur.

(CUNY, SK): Mustapha Khayati, “Öğrenci Hayatının Sefaleti Üzerine” başlıklı yazısında, üniversitenin toplumda ayrıcalıklı bir role sahip olduğu ve bu nedenle bir dereceye kadar özerklik tanındığı bir döneme duyulan nostaljiyi tartışıyor. Ancak metnin yayınlandığı 1967 yılına gelindiğinde, üniversite çoktan modern ekonomi için gerekli alt düzey memurları yetiştiren bir montaj hattına indirgenmişti. Ancak bu sürecin tamamlanmamış olduğunu savunuyordu. “Sistemi anlayan” öğrenciler, kendilerine sunulan burslardan ve “en azından şimdilik, sistemi küçük, nispeten bağımsız bir akademik ‘araştırma’ sektörünü sürdürmek zorunda bırakan çelişkiden” yararlanabilirlerdi. Bu öğrenciler “şimdiden yaklaşmakta olan devrimci hareketin teorisyenleri arasında” yer almaktadır. Eğer üniversite ekonominin mantığına tabi kılınmışsa, o zaman üniversiteye karşı mücadeleler doğrudan kapitalist toplumun tümünün sorgulanmasına yol açabilir. Hayati bu potansiyeli California Üniversitesi’nde ortaya çıkan huzursuzlukta gördü: “(Berkeley’de ve başka yerlerde) üniversite hiyerarşisine karşı isyanları, başından beri kendisini hiyerarşiye, ekonominin ve devletin diktatörlüğüne dayanan tüm toplumsal sisteme karşı bir isyan olarak ortaya koydu.” Bu, yükselen gençlik isyanı dalgasının bir parçası olarak görülüyordu: Amsterdam’daki Provos, Japonya’daki Zengakuren, İngiltere’deki barış hareketi. “Ama gençliğin isyanının müttefiklere ihtiyacı var.” Doğal müttefikleri, vahşi grevler yapan proleterler ve Watts gibi siyah mahallelerdeki isyanlardı. Ertesi yıl NYPD, Harlem’de bir isyana ilham verebileceğini düşündüğü için Columbia’ya girmekte tereddüt ettiğinde bu doğrulanmış gibi görünüyordu. Ancak bu metin sadece içeriğiyle değil, yayınlanma biçimiyle de ilginçtir. Bir öğrenci birliğinin ele geçirilmesi ve neredeyse tüm fonlarının “Öğrenci Yaşamının Sefaleti Üzerine” adlı kitabın basılması ve dağıtılması için kullanılmasını içeren “Strasburg skandalı”, Mayıs 1968’e yol açan olayları harekete geçirdi. Bu, üniversite içinde ateşlenen bir fitilin daha geniş bir sosyal patlamayı tetikleyebileceğini gösterdi. Açıkçası, bugünkü konjonktür farklı. Binlerce genç, bir zamanlar Paris’te olduğu gibi üniversite işgallerini savunmak için barikatlarda savaşmıyor. İşgaller çok fazla işçi huzursuzluğuna da ilham vermedi. Ancak soru halen ortada duruyor: üniversitede başlayan bu yıkım hareketi toplumun farklı katmanlarına yayılmanın bir yolunu bulabilir mi?

7. Sokağa Karşı Kamp

Sokaklarda gerçekleşen çok sayıda protestonun (Bir Milyon yürüyüşünü hatırlayın, vb.) hükümetten çok az tepki görmesi, buna karşılık kampa karşı hem Kongre’den hem de üniversite yönetiminden gördüğümüz yüksek tepkiler dikkat çekicidir. Kamp neden devlette bu kadar özel bir endişe uyandırıyor?

(University of Texas at Austin, LL): Pek çok üniversite, kampları ve bina işgallerini dağıtmak ya da dağıtmak için kullandıkları çoğu zaman aşırı güç gösterilerini meşrulaştırmanın bir yolu olarak kamplara karşı kabul edilebilir (yani etkisiz) protesto biçimleri arasında bir çizgi çizmiştir. Teksas Üniversitesi’nde yönetim, 29 Nisan kamp girişimi öncesinde Filistinli bir öğrenci grubu tarafından düzenlenen 13 protesto gösterisinin kesintiye uğramadan gerçekleşmesine izin verildiğini, buna karşın kampın öğrenci olmayan daha geniş bir topluluğu içine çekmesi ve daha militan bir etiğe sahip olması nedeniyle şiddetli ve hızlı bir şekilde bastırılmayı hak ettiğini ve bunu tetiklediğini defalarca ısrarla vurgulamıştır. Bu beni güldürüyor ama benzer şekilde Chicago Üniversitesi rektörü de bir açıklama yaparak “Protestocuların, kelimenin askeri kökenlerle olan tüm etimolojik bağlantılarıyla birlikte kamp kurmanın, başkalarını ikna etmek için akıldan ziyade bir tür güç kullanmanın bir yolu olduğunu da göz önünde bulundurmaları gerektiğine inanıyorum” dedi. Burada, makul olan slogan atma ve yürüyüş ile sözde militanlığı yönetimin protestoculara karşı her türlü şiddet ve baskıyı meşrulaştırmasına olanak tanıyan kamp kurma arasında belirgin bir çizgi çizilmektedir. Bu aynı zamanda İsrail ve Filistin’le ilgili daha geniş tartışmaları da yansıtmaktadır; İsrail devletinin şiddeti görünmez, kabul edilebilir ve hatta asil iken Filistin direnişinin şiddeti nedensiz, terörist ve mantıksızdır. Amerikan siyaseti on yıllardır “vahşi” Arap erkeğinin ırkçı karikatüründen beslenmekte ve bu hayaleti vahşet üstüne vahşeti meşrulaştırmak için kullanmaktadır. Amerikan üniversiteleri bu figür ile Filistin yanlısı protestocu öğrenciler arasında bir benzerlik kurmaktan mutluluk duymaktadır; onlara göre her ikisi de anlaşılması imkansız ve doğası gereği şiddet yanlısıdır. Amerikan siyasi projesi için Filistinlileri insan olarak görmek imkansızdır; Filistin yanlısı protestocuların insanlığını unutmak da faydalıdır. UChicago başkanının açıklamasında “kamp” kelimesinin etimolojik kökenini düşünmeden halk arasındaki kullanımını ele alması komiktir. ABD’de 2024 yılında bu kelime çoğunlukla “evsizler” ile eşleştiriliyor. “Evsizlerin kampları” da sık sık şiddetle basılıyor, sakinleri acımasızca dövülüyor ve eşyaları çalınıyor. Ama bunlar askeri işgal olarak görülmüyor mu?

(Harvard, FA, SG, SW, OL, ve SB): Bu genel kaygılar yerel özelliklerle kesişti. En keskin polis baskısının bazılarının, kampüs mücadelelerinin üniversite dışındaki hareketlerle bağlantı kurma olasılığının daha yüksek olduğu şehir kampüslerinde – New York, Los Angeles, Atlanta, Boston – meydana gelmesi tesadüf değildir. Columbia’nın Harlem’le olan ilişkisi, City College’ın da yakınlarda olması bunun sembolik bir örneğidir; bir diğeri ise Emory’deki militanlık ile Atlanta’daki Stop Cop City hareketi arasında görülen bağlantıdır. Harvard’ın polisten kaçınma stratejisi, medyanın ilgisini çekeceği düşünüldüğünde kesinlikle zekiceydi. Ancak daha da önemlisi, kurumun yakın bağlamından uzak olması (konumu, içe kapanıklığı ve aynı zamanda büyüklüğü nedeniyle), (Columbia’daki polis baskısında belirleyici olan) ‘dışarıdaki kışkırtıcı’ figürünün üniversite tarafından harekete geçirilmesinin çok daha zor olduğu anlamına geliyordu.

(Northwestern, KK): Hain bir anlaşma karşılığında beşinci günde kendini dağıtmayı kabul eden Northwestern’deki kamp, elit özel üniversitenin kontrgerilla için ne ölçüde bir laboratuvar haline geldiğini göstermektedir. Genç nesil, akademik özerklik yanılsamasıyla siyasi ilgisizliğe yönlendirilemeyince, DEI endüstriyel kompleksi ve diğer George Floyd sonrası reformist programlar, kurumsal sınırlar içindeki radikal dürtüleri kontrol altına almak ve etkisiz hale getirmek için devreye girdi. Gözden düşen rektörler ve kampüslerin aşırı militarizasyonu elit kurumların ahmaklığını ve acımasızlığını gözler önüne serdi, ancak bu okullar öncelikle öğrenci borç krizi nedeniyle meşruiyetlerini kaybediyor – toplumun geniş kesimleri için üniversitenin itibarı, astronomik fiyat etiketi ve durgun ücret getirisi göz önüne alındığında, aşağı doğru sınıf hareketliliğine bir bilet değilse bile, artık savunulabilir değil. Bu okulların polislere ihtiyacı var çünkü Amerika’da sınıfın yeniden üretiminin giderek savunulamaz hale gelen görevinde başarısız oluyorlar.

 Sınıfsal yeniden üretimin ideolojik aygıtı, hizmet ettiği efendilerden basitçe “kurtarılamaz” ya da kamulaştırılamaz; yerine başka bir şey inşa edilmeden önce kolektif olarak yok edilmesi gerekir. Bu nedenle Cal Poly Humboldt ve City College of New York gibi okullardaki öğrencilerin en militan ve radikal kampüs hareketlerinden bazılarını yaratmış olmaları şaşırtıcı değildir. Temel bir sınıf analizi bize elit kurumlardaki çoğu öğrenci ve öğretim üyesinin kurumun başarısına yatırım yaptığını söyler. Bu nedenle Northwestern, Brown, Rutgers, Johns Hopkins ve uzlaşmacı anlaşmalar yapan diğer kampüslerde müzakere, işbirliği ve reform oyunun kuralları olmuştur. Öğrenciler, diplomalarının değeri zaten düşükken mezuniyet töreninde kağıt parçalarını yırtmakta çok daha kolay vakit geçiriyorlar. Üniversiteler onları pahalı diplomalarını geri almakla ya da işlerinden kovmakla tehdit ettiğinde ise çok daha zor zamanlar geçiriyorlar. İşte bu noktada sembolik ret ne yazık ki yetersiz kalıyor. Devlet ve üniversite arasındaki gizli anlaşmaya saldırmak, onların sosyal, ahlaki ve ekonomik değer konusundaki karşılıklı güvencelerini yıkmakla başlamalıdır. Her ne kadar tepkiler çoğunlukla beşeri bilimlerin yok edilmesiyle ilgili olsa da, bu çöküş bir dereceye kadar on yıllardır yüksek öğretimde zaten yaşanmaktadır. Bence Öğrenci İntifadası -ve Halk Üniversiteleri- Ivy League soyağacının sadece sembolik değil maddi değerini de yok etmeye yönelik çok daha büyük katkılarda bulunabilir ve bulunmalıdır. Bu konuda hızlandırıcı olmak istemem ama 13 muhafazakar yargıcın 2024 sonbaharında Columbia’ya girecek tüm lisans ve hukuk öğrencilerini boykot etmesi bir başlangıç olabilir.

(UCLA, JP): Nihayetinde kamp kurma taktiğinin ABD’de sınırları var. Kamplar 2020’de hızla, kendi kendini atayan ‘güvenlik ekiplerinin’ işgal altındaki bölgeleri silahlarla tekelleştirdiği yerler haline geldi. Bence mücadele başarılı olmak istiyorsa kamplara dayanmayan bir strateji bulmak zorunda kalacak. Aynı zamanda, Gazze protestoları için kurulan kampların bazılarında gerçek bir Tahrir meydanı hissi vardı: burada özellikle UCLA’yı düşünüyorum, Siyonist çeteler 30 Nisan’da kampa saldırdıktan sonra Los Angeles’ın her yerinden binlerce insan (öğrenciler ve öğrenci olmayanlar) kampları savunmak için harekete geçti. ABD’de aynı şekilde gördüğümüzü sanmadığım bir şekilde alanı savunmak için bir tür amansız çaba vardı.

Çeviri: Konzept
Kaynak


Posted

in

by

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın