Walter Auerbach ve Paul Mattick’in Filistin’deki Arap İsyanı Üzerine Düşünceleri [Endnotes]

Çeviriler

Giriş: Konzept Gemeinwesen (Heimatlos Kültü)
Filistin’deki Arap İsyanları: Timur (Obscura Nihil)
Vadedilmiş Topraklar: Filistin’den Bildiriler: Timur (Obscura Nihil)
Siyonizmin Kahverengi Gömleklileri: Rhizomic (Obscura Nihil)
Yahudi Sorununa “Marksçı” Bir Yaklaşım: Shimerly (Enternasyonalist)
Editör: Konzept Gemeinwesen (Heimatlos Kültü)

Editör Notu

Bu yazı bazı yerlerde iyi tespitlerde bulunsa dahi yerleşimci-koloniyalizm konusunda oldukça eksiktir, bu nedenden ötürü Yerli-Anarşist Gouldhawke’ın eleştirilerini çevirme ve yazıya ekleme gereğinde bulundum.

Mike Gouldhawke’ın Eleştirileri:

…Siyonist projenin doğası yerleşimci koloniyaldir. Yine de Auerbach, Filistin’deki yerleşimci koloniyalizmini, bu terimin gerçek anlamında kendine özgü bir “ilkel birikim” yöntemi olarak görmektedir: basit bir toprak veya kaynak hırsızlığı olarak değil, üreticileri üretim araçlarından ayırmanın ve böylece kapitalist sosyal ilişkilerin donuk zorlamalarını harekete geçirmenin bir yolu olarak.

Yerleşimci koloniyalizm (her ne kadar bu birikim yerleşimci kolonyalizmiyle ilişkili olsa da) bir özgün birikim yöntemi değildir. Yerleşimci koloniyalizm sadece proleterleştirmez, aynı zamanda toprak sahipleri de yaratır. Marx bile en azından bunu anlamıştı ve bu sadece bir sınıf meselesi değil; ancak bir halk meselesidir.

Yerleşimci koloniyalizmi, belirli bir ideolojisi (eleme yoluyla iyileştirme) ve yerleşimciler ile devlet arasında belirli bir ilişkisi olan belirli bir devlet biçimidir. Aynı zamanda enternasyonal bir sistem ya da böyle bir sistemin parçasıdır.

Dünya üzerindeki tüm devletler, Kanada ve ABD’nin Métis toprakları üzerinde Métis halkının kendisinden daha fazla hakka sahip olduğu konusunda hemfikirdir.

Yerleşimci devletin biriktirmeye çalıştığı şey prestij, toprak ve Yerli halkların halk olarak siyasi olarak yok edilmesidir, sadece mevcut değişken ve sabit sermaye arzı değildir.

Bu nedenle konsey komünizmi ve komünizasyon -bazı durumlarda faydalı olsa da- tek başına yeterli değildir ve anti-koloniyal düşünür ve savaşçıları da hesaba katmak gerekir.

Giriş

1936’da “Filistin’deki Arap İsyanları” ve “Vadedilmiş Topraklar: Filistin’den Bildiriler” Amsterdam’daki Konsey Komünistleri Grubu tarafından Hollandaca ve Almanca olarak yayınlanırken, ikincisi Paul Mattick’in International Council Correspondence dergisinde İngilizce olarak yayınlanmıştır. İmzasız olmasına rağmen, her iki makalenin de 1934 yılında Filistin’e gelen Walter Auerbach tarafından yazıldığı anlaşılıyor. Auerbach Almanya’da Bertolt Brecht ile yakın çalışmış bir set tasarımcısı ve tiyatro yönetmeniydi. Ayrıca Berlin’de Karl Korsch’un da dahil olduğu konsey komünist çevresinin bir parçasıydı. 1930’ların başında ve ortasında faşist rejimin zulmünden kaçmak için Almanya’dan kaçan çok sayıda siyasi mülteciden biri olan Auerbach, hemen Tel Aviv’deki anti-faşist bir gruba katıldı. Orada, İngiliz yönetimine ve Siyonist göçe karşı çoğunlukla Arap köylülerin (fellahin) önderlik ettiği birkaç silahlı isyan dalgasından oluşan Filistin’deki Arap isyanının (1936-1939) patlak vermesine tanık oldu.

“Filistin’deki Arap İsyanları”, isyanın ilk aşamasının konsey komünist perspektifinden eşsiz bir çağdaş anlatımını sunuyor. Arap isyanı (bazen basitçe “Büyük İsyan” olarak da adlandırılır) genellikle 16 Mayıs 1936’da İngilizlere ve Siyonistlere karşı genel grev ilan eden Kudüs Müftüsü tarafından başlatılan milliyetçi bir ayaklanma olarak sunulur. Auerbach Arap elitlerinin rolünü kabul etmekle birlikte isyanın ekonomik nedenlerine, özellikle de önceki on yıllarda fellahların topraklarından sürülmesine odaklanmaktadır. Bu, ilk olarak tarımsal üretimi kapitalist çizgide birleştiren ya da köylü topraklarını Yahudi göçmenlere veya tarım kolonilerine satan büyük Arap toprak sahiplerinin (effendi) emriyle, ikinci olarak da tarımsal fiyatlardaki çöküşün giderek pazara bağımlı hale gelen çiftçileri iflas ettirmesi sonucunda gerçekleşmiştir. Auerbach’ın fellahların bu kötü koşullara karşı isyan ettiği görüşü, isyanı kısmen Filistin Arap toplumu içinde bir iç savaş olarak yorumlayan son dönem çalışmalarıyla tutarlıdır.

“Vadedilmiş Topraklar: Filistin’den Bildiriler” Auerbach’ın isyan analizine kapsamlı bir sosyolojik ve ekonomik arka plan sunmaktadır. Bildiri amacı bölgedeki “çağdaş koşulların ve olasılıkların bir resmini sunmaktı”. Auerbach başlangıçta Tel Aviv’deki tüm anti-faşist grubun araştırma, yazım ve redaksiyona katılmasını, grubu kolektif faaliyete bağlamak için bir araç olarak önermişti. Ancak grup kendi içinde bölünmüştü ve daha Sovyet yanlısı üyeler Auerbach’ın “anarşizmi” olarak gördükleri şeye derin bir şüpheyle yaklaşıyordu. Ve sonuçta bildiri sadece Auerbach’ın eseriydi. Bildiri, Filistin’deki tarımsal, endüstriyel ve tedarik zinciri koşullarına dair geniş bir genel bakış, Arap ve Yahudi işgücüne dair açıklamalar ve yükselmek için yarışan çeşitli siyasi parti ve hareketlerin bir muhasebesini sunmaktadır. Bugün saldırgan görünebilecek bazı modası geçmiş dillere rağmen, bu makaleler hem zamanlarının ötesinde hem de Siyonist projenin ırkçı ve yerleşimci koloniyal doğasına yaptıkları vurgu açısından oldukça ileri görüşlüydü. Yine de Auerbach, Filistin’deki yerleşimci koloniyalizmi, bu terimin gerçek anlamında kendine özgü bir “ilkel birikim” yöntemi olarak görüyor: basit bir toprak veya kaynak hırsızlığı olarak değil, üreticileri üretim araçlarından ayırmanın ve böylece kapitalist sosyal ilişkilerin donuk zorlamalarını harekete geçirmenin bir yolu olarak.

Bir yıl sonra Auerbach, Abner Barnatan takma adıyla Filistin üzerine bir makale daha kaleme alacak ve Paul Mattick bu makaleyi tercüme ederek International Council Correspondence dergisinde yayınlayacaktır. “Siyonizmin Kahverengi Gömleklileri”, Filistin’de bir Yahudi devletini savunan örgütler içindeki faşist etkiyi tartışarak “Vadedilmiş Topraklar”ın bittiği yerden başlıyordu. Almanya’dan ziyade İtalya ve İspanya’daki gelişmeleri örnek alan Siyonist milliyetçilik, Yahudi nüfusu içinde sınıf temelli savunuculuğun yerini dini, milliyetçi ve ırkçı ideolojilerin aldığı bir çıkar kimliğini teşvik etmiştir. Auerbach’a göre bu, Siyonist doktrinin faşist içeriğiydi ve o da (dönemin çoğu anti-faşisti gibi) kendi doğal tabanını küçük burjuva sosyal unsurlar arasında bulduğunu düşünüyordu.

Aşağıda yer alan son makale “Yahudi Sorununa ‘Marksçı’ Bir Yaklaşım” Auerbach tarafından kaleme alınmış ancak Paul Mattick tarafından yeniden yazılmıştır. Bir kitap eleştirisi olarak tasarlanan makale, etkili bir sol kanat Siyonist yazar ve siyasetçi olan Ber Borochov’un fikirlerini ele almaktadır. Başlıktaki tırnak işaretleri (Abraham Leon’un benzer başlıklı denemesinden on yıl önce yazılmıştır) ironi içermektedir, zira ne Auerbach ne de Mattick Marksizmin tekil bir fikirler ya da önermeler dizisine indirgenebileceğini düşünmektedir. Bu makale de Siyonist milliyetçiliği ırkçı ve koloniyal temelleriyle ilişkilendirmektedir.

Auerbach Filistin’de uzun süre kalmadı. Milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı görüşleri, kendisine sempati duyan yoldaşlar bulmasını zorlaştırdı. O ve ortağı geçimlerini sağlamakta da zorlandılar. Ellen (Pit) Auerbach Weimar Almanya’sında ünlü bir fotoğrafçıydı ve çift Ishon (“gözbebeğim”) adında bir çocuk fotoğraf stüdyosu işletmeyi denedi ve başarısız oldu. Korsch’un Auerbach ile Mattick arasında bağlantı kurduğu 1937 yılının başlarında Amerika Birleşik Devletleri’ne taşındılar. Sonraki yirmi yıl boyunca Mattickler ve Auerbachlar yakın kişisel ve siyasi ilişkiler paylaştılar, ancak ABD’de bir konsey komünist eğilimini yeniden inşa etme girişimleri başarıya ulaşmadı.

ain-karim-palestine

Filistin’deki Arap İsyanları

Walter Auerbach

“Burjuvazi, tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek, iletişim araçlarını son derece basitleştirerek, en barbar ulusları bile uygarlığa doğru sürükler. Metaların ucuz fiyatları, tüm Çin duvarlarını yıktığı, barbarların yabancılara karşı inatçı nefretini teslim olmaya zorladığı ağır toplardır. Bütün ulusları, yok olma pahasına da olsa, burjuva üretim tarzını benimsemeye zorlar…”

Filistin’de yaşananlar, Komünist Manifesto’nun kapitalist üretim tarzının devrimci rolü hakkında söylediklerini bir kez daha doğrulamaktadır. Filistin’de de eski feodal üretim kapitalist üretimle yer değiştiriyor ve bu, çalışma ve ulaşım araçlarıyla, en yüksek standartları karşılayan üretim yöntemleri ve örgütlenmeyle donatılmış bugünkü modern biçimiyle gerçekleşiyor. Eski, geleneksel yöntemlerin ve geleneklerin bastırılması daha da acımasızca olmaktadır. Sonuç, halkın ayaklanması ve direnişidir.

Dünya Savaşı’nın sonuna kadar eski Türk İmparatorluğu’na ait olan Filistin, daha sonra İngiltere’nin mandası haline getirildi. O andan itibaren Yahudiler ülkeye yerleşmeye başladı. O zamandan önce de münferit Yahudi yerleşimleri olmasına rağmen, bu yerleşimlerin daha büyük ölçekte yayılması ancak yeni İngiliz Mandası’nın güvenliklerini sağlayabilmesiyle mümkün oldu. Arapların Yahudi yerleşimlerinin ilerleyişine karşı huzursuzluğu ve direnişi bu dönemlere dayanır. Yahudilere karşı genel grev ve boykotla başlayan ve silahlı mücadeleye dönüşen son büyük hareket, önceki mücadeleler zincirinin sadece yeni bir halkasıydı, ancak genişleme ve yoğunluk açısından önceki mücadeleleri çok daha ötesine geçiyordu. Mücadele sadece Yahudilere karşı değil, aynı zamanda İngiliz yönetimine de karşıydı; Filistin isyan halinde bir ülkeydi ve bu durum aylarca sürdü.

Bu ayaklanma, daha önceki tüm direniş girişimleri gibi, Britanya’nın silahlı gücü tarafından bastırıldı ve ayaklanmalar olsun ya da olmasın, kapitalizmin ülkeye nüfuz etmesi devam etmeyi sürdürdü. Koloniyal ya da yarı-koloniyal ülkelerdeki tüm kapitalist fetihler şimdiye kadar bu tabloyu göstermiştir. Filistin’deki durumun özelliği, İngiliz hükümetinin kendisinin kapitalist bir işgalci olmaması, ancak kendisini iki karşıt çıkarın koruyucusu olarak sunmasıdır: Yahudiler ve Arapların. Elbette bu, ülkenin kapitalist istilasının ilerlemeye devam ettiği gerçeğini değiştirmez; aslında İngiliz hükümetinin görevi tam da bunun “düzenli bir şekilde” yürütülmesini sağlamaktır. Ancak iki karşıt gruptan hiçbirinin İngiliz yönetiminden kaçmak için yeterli özerkliği kazanmamasını sağlamakta çıkarı vardır.

Bu özellik aynı zamanda kurbanların kendi koşullarına da açıklık getirmektedir. Araplar arasında üretim ve sosyal koşullar ne kadar çağdışı olursa olsun, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, partiler halinde örgütlenmiş ve iktidarını sürdürmek için tüm modern propaganda ve kamuoyunu etkileme araçlarını kullanan bir yönetici sınıf zaten vardır – aynı zamanda Yahudilerin işgalci kapitalist güçlerine karşı da. Bu Araplar sadece Filistin’de değil, diğer Arap ülkelerinde ve hatta Londra’da da partiler kurmuş, dergiler ve gazeteler yayınlamışlardır.

Bu durum, feodal ve köhnemiş üretim ilişkilerine sahip olan ve iktidarını sürdüren bu topraklardaki eski egemen sınıfın çoktan kapitalist yöntemlere geçtiğini göstermektedir. Bu durum, Arap üretimindeki ekonomik koşullara ilişkin verilerle de doğrulanmaktadır. Türk rejimi altında, fellahların ve bedevilerin (Arap köylüler) yaşadığı toprakların büyük bir kısmı, hile veya şiddet yoluyla efendilerin (büyük toprak sahipleri) mülkü ilan edildi. Bu durum, meşhur “ilkel birikimin” başlangıcıdır. Söz konusu birikim “düzenli” ve daha az itibarsız yöntemlerle devam ettirildi. Fellahın ilkel çalışma yöntemleri ve toprağın kötü durumu, toprağın veriminin çiftçiyi ve ailesini geçindirmek için neredeyse yeterli olmadığı anlamına geliyordu. Doğal olarak biri diğeriyle en yakın bağlantıda durmaktadır. Daha iyi aletler satın almak için satılacak bir şey kalmadıysa – ve toprak işlemenin iyileştirilmesi için başka ne gerekiyorsa – o zaman daha fazla verim ancak kapsamlı toprak işleme ile elde edilebilir. Başka bir deyişle, Fellach hayatta kalabilmek için daha fazla toprak işlemek zorundadır. Efendilerin kiralamak için yeterince toprağı vardır, ancak onlar verimin üçte birini, hatta çoğu zaman daha fazlasını talep ederler. Böylece fellah daha fazla çalışmaya teşvik ediliyor, ancak bu ona pek yardımcı olmuyor, çünkü çalışma gününün de doğal bir sınırı var ve efendi, içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmasına yardımcı olabilecek her türlü fazlalığı kira olarak elinden alıyor. Bu şekilde efendiye olan borcu gittikçe derinleşir ve sık sık yaşanan ürün kıtlıklarından biri ona son darbeyi vurur. Toprağı efendinin mülkiyetine geçer; artık tamamen kiracı bir çiftçi olarak çalışır ve hasadının üçte birinden, hatta daha fazlasından vazgeçmek zorundadır.

Sonuç olarak, bugün hala yaygın olan ve Yahudi göçüyle kesinlikle azalmayan büyük bir toprak mülkiyeti yoğunlaşması yaşandı. Savaştan hemen sonraki döneme ait birkaç rakam bize efendilerin mülklerinin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Bunlar:

11: Her biri 100.000 Dunam’dan (9000 hektar) fazla olan büyük arazi sahipleri

9: Her biri 30.000 Dunam’dan (2700 hektar) fazla olan büyük arazi sahipleri

120: Her biri 10.000 Dunam’dan (900 hektar) fazla olan büyük arazi sahipleri

Efendiler yaklaşık üç milyon dunam’a (2700 kilometrekare), yani Filistin yüzeyinin yedide birine veya ekili alanın büyük bir kısmına sahipti.

Araplar arasındaki egemen sınıfın gücü, köylülerin bu bağımlılığına ve boyunduruk altına alınmasına dayanmaktadır; kırsal nüfusun bu durumdan kurtulmasına karşı her türlü araçla savaşılacaktır. İşte bu nedenle efendiler, eski üretim yöntemlerinde devrim yaratarak fırsatlar yaratan Yahudi göçüne karşı çıkıyorlar. Filistin üzerine Yahudi yazıları, oradaki kolonizasyon çalışmalarının bu yönüyle doludur. İlkel fellah ekonomisini anlatırken, fellah köyünün ve sakinlerinin perişan halini görmemizi sağlarlar; Yahudi yerleşiminin civarındaki fellah köylerinden gururla bahsederler, buralarda Yahudi kolonistlerin yardımıyla daha yüksek bir üretim ve günlük yaşam seviyesine ulaşmışlardır. Ancak bu sadece fellahlar topraklarının bir kısmını Yahudi kolonisine satabildikleri ve böylece kalan toprağı daha verimli bir şekilde işleyebildikleri için mümkün olmuştur. Yahudi yazarların kendileri de itiraf etmek zorundadır ki, bu kadar elverişli koşullarda olmayan fellahların büyük çoğunluğunun ekonomilerini iyileştirmeleri imkansızdır çünkü gerekli fonlara sahip değillerdir. Yahudi yazarlar, yüzyıllardır çalıştıkları ve yaşadıkları, Yahudi kolonisi bu toprakları efendilerden satın aldığı için sürüldükleri topraklarına tekrar tekrar dönen fellahlar hakkında hiçbir şey söylemiyorlar. Ancak bu, bunun gerçekleştiği ve Yahudi kolonistlerin sık sık zorluklarla karşılaştığı ve bu zorlukları fellahlara para olarak tazminat vererek aşmaya çalıştıkları gerçeğini değiştirmemektedir. Komünistler şimdi bu fellahların “haklarını” aldıklarına inanıyorlar, ancak fellahın başka yasal konseptleri var. Onun “hakkı” yüzyıllardır, efendinin mülkiyetine geçtiğinde bile pek bir şeyin değişmediği toprağında yaşamak ve çalışmaktan ibaretti. Yahudi kolonisi ise kamulaştırmaya sadece topraktan sürülmeyi eklemişti. Burada “hak” sorunu en basit haliyle ortaya çıkmaktadır: Eski bir üretim tarzının insanları, yeni bir üretim tarzının temsilcileri tarafından yerlerinden edilir; burada “hak” yoktur, güçlü olan galip gelir.

Yahudiler, Filistin’in “atalarının toprağı” olduğunu söyleyen eski tarihten gelen tarihsel “hak”larına başvurmaktalar. Ancak bu “hak”, Dünya Savaşı’ndan sonra onu tanıyan ve gerçekleştirme sözü veren İngiliz hükümetinin işine yarayana kadar bir anlam ifade etmiyordu. Yahudi yazarlar Filistin topraklarının kime ait olduğu sorusuna ancak şimdi cevap verebildiler: “Bu topraklar Yahudi halkına ve ülkenin Arap sakinlerine aittir”. Gün ışığında, her ikisi de bir söylemdir. Gerçekte toprak, onu işleyenleri kontrol eden büyük Arap toprak sahiplerine ya da onu efendilerden satın alacak kadar parası olan Yahudilere aittir.

“Komünist Manifesto” kapitalizmin “tüm eski ulusların göçlerini ve haçlı seferlerini gölgede bırakan” şeyler başardığından bahseder; Filistin’deki olaylar ve Yahudi göçü bunu doğrulamaktadır. Yahudilerin Filistin’e göçü her iki göçle de benzerlik göstermektedir: bu bir ulusların göçü ve bir haçlı seferidir. Modern kapitalizmin baskısının neden olduğu bir göçtür. Almanya’da Yahudilerin sınır dışı edilmesi siyasi bir eylemdi, ancak diğer kapitalist ülkelerde de Yahudiler üzerindeki baskı daha da keskinleşti. Bunun temel nedeni, Yahudi nüfusun ulusların ekonomik hayatında az ya da çok işgal ettiği ve hala işgal etmekte olduğu konumdur. Uzun süre burjuva mesleklerine pek kabul edilmeseler de ticaretle uğraşmışlar ve her ülkede sosyo-ekonomik örgütlerde önemli pozisyonlarda yer almışlardır. Yine de sundukları hizmetler gerekliydi, çünkü ticaret sosyal yaşamın az ya da çok bağımsız alanlarını birbirine bağlama işlevine sahipti. Ancak bugün, ticaret kollarının bu bağımsızlığı toplumun varlığını sürdürmesi için tehlikeli hale geldiğinde, ulus-devlet içinde bir araya gelerek sağlam bir bütün oluşturduklarında, nüfusun Yahudi kesiminin aracılık işlevi önemini yitirmekte ve gereksiz hale gelmektedir.

Ancak aynı gerçek şimdi onların kovulmasına katkıda bulunuyor ve kendi vatanlarını fethetme göreviyle karşı karşıya kalıyorlar. Yirmi yüzyıl önce kovuldukları ülkeye “Yahudiler” olarak geri dönerken, göçleri şimdi bir tür haçlı seferine dönüşüyor.

Yahudi dini, Yahudilerin Filistin’e göç etmesini sağlayan hayali bir bağ olsa da, oraya vardıklarında modern çiftçiler ve şehir kurucuları olarak çalışmak zorunda kaldılar. Orada minyatür bir kapitalist toplum inşa ettiler. Toprak satın aldılar ve modern tarım geniş alanlar gerektirdiğinden, toprak mülkiyetinin daha önce efendilerin elinde toplanması onlar için çok uygun oldu. Böylece bugünkü Yahudi topraklarının %90’ı Latifundia sahiplerinden satın alınırken, sadece %10’u fellahlardan geliyor. Yahudi topraklarının yaklaşık dörtte biri, yani 280.000 dönüm (25.200 hektar) bir aile (Sursuck) tarafından satın alındı, diğer 150.000 dönüm (13.500 hektar) ise 13 efendinin mülkiyetinden elde edildi.

Yahudiler tarafından yapılan arazi alımları sonucunda arazi fiyatları önemli ölçüde artmıştır. Arap toprak sahipleri elbette bu fiyat artışıyla ilgileniyor, ancak sadece satıcı olarak hareket ettikleri ölçüde, yani toprakları göçmenlere satmak için kullanılabilir olduğu ölçüde. Öte yandan fellahlar, toprakları az ya da çok efendilere ipotekli olduğu için, çoğu durumda bu fiyat artışlarından hiçbir avantaj elde edememektedir. Tam tersine, toprağın değeri kapitalist kriterlere göre ölçüldüğünden, ödemek zorunda oldukları kira artarken, sermaye eksikliği nedeniyle topraklarını işlemek için daha iyi yöntemler uygulayamamaktadırlar. Bu da toprak mülkiyetinin efendilerin elinde daha da yoğunlaşmasına yol açmaktadır. 1920’den 1927’ye kadar olan istatistiki veriler bunu doğrulamaktadır. Bu sekiz yıl boyunca 750.000 dönüm (67.500 hektar) toprak Araplar tarafından satılmış, 365.000 dönümü (82.850 hektar) Yahudilerin eline geçmiş, geri kalanı, yani toplam alanın neredeyse yarısı Araplar, yani efendiler tarafından satın alınmıştır. Dolayısıyla feodal çiftçinin kapitalist mülksüzleştirilmesi Yahudi kolonizasyonunun sınırlarını oldukça aştı.

Yahudi muhabirler gerçekte neler olup bittiğini açıklayamazlar ve açıklamak da istemezler. Göçün Arap nüfusuna getirdiği faydalara işaret edip duruyorlar. Argümanlarından biri de ülkenin değerinin artmasıdır; ancak yukarıda bundan neredeyse sadece efendilerin yararlandığını gösterdik. Ama bir de Yahudi kolonistlere tarımsal ürün satma imkanı ya da topraklarından sürülen fellahların Yahudi kolonilerinde ya da kentsel gelişimde ücretli işçi olarak iş bulma fırsatı var. Karayollarının iyileştirilmesi ve yeni inşasına atıfta bulunulmaktadır. 1921’de tüm yıl boyunca kullanılabilen 460 kilometre yol ve 1000 kilometre yaz yolu vardı. Bu rakamlar 1929 yılına gelindiğinde sırasıyla 750 kilometre ve 1500 kilometreye ulaşmıştır. 1920’de tüm ülkede yaklaşık 50 araba varken, 1925’te 1700 ve 1933’te 3000 araba bulunuyordu.

Tüm bunlar hiç kuşkusuz kapitalist üretici güçlerin gelişiminin sonucu olan “avantajlar”dır. Peki, bu “avantajlar” Arap nüfusu tarafından da böyle mi algılanıyor? Bu pek olası değil. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin devreye girmesi her zaman doğrudan üreticilerin üretim araçlarına el konulmasıyla el ele gider. İkinciler daha sonra bunları kapitalist mülk olarak karşılarına alırlar ve hayatta kalabilmek için emek güçlerini satmak zorunda kalırlar. Bu emek gücüne talep olduğu ve yeterli ücret ödendiği sürece, emekçi kapitalist “ilerleme” ve “uygarlığın” “avantajından” yararlanır.

Ancak durumun böyle olup olmadığı ve ne ölçüde böyle olduğu, kolonize edilen Yahudilerin iyi niyetine bağlı olmayıp, bir bütün olarak kapitalizmin kendi hareket yasalarına göre ilerleyen ekonomik döngüsü tarafından belirlenir. En hevesli “kültür taşıyıcısı” bile bu yasalardan kaçamaz. Bu durum, Filistin’de kendi ideallerine uygun bir dünya kurmak isteyen Yahudi komünist ve sosyalistlerin de dikkatini çekmektedir. Ancak küçük ölçekte komünist topluluklar inşa etmeye çalışmak, bu tür deneylerin modern kapitalizmin ülkelerindeki üretim kooperatifleri kadar az uygulanabilirliğe sahip olduğunu hızla göstermektedir. Bu “komünist toplulukların” bile tam olarak kapitalist işletmelerin yapması gerektiği gibi hareket etmekten başka seçeneği yoktur. Üretim koşullarının mülkiyetini ele geçirmeli, toprağı ve üretim araçlarını satın almalı ve pazar için üretim yapmalıdırlar. Bu sayede toprak ve üretim araçları sermaye olarak işlev görebilir. Bunlar üzerinde yapılan iş de ancak bu sermayeyi verimli ya da kârlı kılmaya hizmet edebilir.

Ne “komünist topluluklar” ne de yerli çiftçiler, fellahlar, bedeviler vs. bu yasadan kaçabilirler. Burada kapitalist üretim tarzının bir diğer yüzü ortaya çıkıyor; çünkü bu sadece modern araçlarla işleyen, toprağın verimini katlayan ve geleneksel yerel yöntemlere göre devasa bir ilerlemeyi temsil eden bir üretim tarzı değil, aynı zamanda sermaye üretimidir. Ancak sermayenin ihtiyaçlarını ve yasalarını tatmin ettiğinde işlevini yerine getirebilir. Başka bir deyişle, artık üretmek ve emeğin verimini artırmak yeterli değildir; ürünleri yeterince yüksek fiyatlarla satmak gerekir. Üretimin sermayenin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığını belirleyen ise piyasadır.

Kapitalist üretim pazar içindir, kişisel kullanım için değil. Dolayısıyla üretim piyasadaki tüm dalgalanmalara, arz ve talepteki tüm değişikliklere tâbidir. Eğer bir ürün için yeterli talep varsa, o ürünün üreticileri işletmelerinin büyümesinden güvence alırlar ve bu iş koluna katılan herkes avantajlardan yararlanır; kapitalistler faizlerini, girişimciler kârlarını ve işçiler ücretlerini alırlar. Ancak bir ürüne olan talep azaldığı anda, ekonominin bu ürünün üretimiyle ilgili kolu bir gerileme yaşar. Sermayenin faizi ve girişimcinin kârı yok olur, ücretlilerin elleri boş kalır. Kapitalist üretim tarzının karanlık yüzü ortaya çıkar ve bu üretim tarzının gelişimi çürüme belirtileri gösterir.

Yahudi göçü sayesinde ortaya çıkan bu körpe kapitalist toplum da diğerleri gibi söz konusu yasalardan kaçamazdı. Özellikle de en başından beri dünya pazarı için üretim yaptığı için. Başka seçeneği yoktu, çünkü dışarıdan gelen modern üretim araçları, otomobiller, traktörler, makineler, inşaat malzemeleri vs. ancak Filistin ürünlerinin dünya pazarındaki cirosuyla ödenebilirdi. Bu ürünler arasında portakal ve diğer tropikal meyveler en önemli yeri tutmaktadır. 1930’larda başlayan dünya ekonomik krizi, Filistin’in kalkınması üzerinde çok belirgin bir etkisi olan bu ürünlerin satışında muazzam bir düşüşe neden oldu. Sonuç olarak, Yahudiler tarafından geleneksel feodal bir ülkeye sokulan kapitalist üretim tarzı, daha kendini gösteremeden, karanlık yüzünü, kapitalist krizi de beraberinde getirdi. Bu krizin darbeleri esas olarak ekonomik olarak zayıf olanları, özellikle de ücretli işçi olarak topraklarından mahrum bırakılan ya da pazar için kapitalist üretime bir dereceye kadar adapte olan kırsal Arap nüfusunu etkiledi. Şimdi, 15 yıllık Yahudi kolonizasyonundan sonra, eski yaşam koşullarından koparıldılar ve geri dönüşleri mümkün değil. Kaybettikleri topraklar Yahudi kolonilerinin elinde; pazar üretimine geçebilen fellahlar ise emeklerinin ürünleriyle ne yapacaklarını bilemiyorlar. Arapların bu umutsuz duruma nasıl tepki verdikleri iyi bilinmektedir; umutsuzlukları Yahudi göçüne karşı öfke biçimini almıştır. Onların gözünde, mevcut koşulların yaratılmasında Yahudiler suçlu görünmektedir. Onları önce ayağa kaldıran ve sonra her zamankinden daha derin bir sefalete itenin yalnızca kapitalist üretim tarzı olduğunu görmüyorlar.

Topraklarından sürülen Araplar için, ülkeye gelen Yahudiler bugünkü sefaletin nedeni gibi görünmektedir. Daha önce pek bir hayatları olmasa da, yine de kendi mülklerinde çalışıyor ve geçimlerini sağlıyorlardı. Nesiller boyu böyle yaşamışlar; herkesin hatırlayabildiği kadarıyla işler iyi ya da kötü gitmiş. Gelenekleri bu hayata bağlıydı ve genel çerçevesini İslam’ın öğretilerinde buluyordu. Kısa bir süre içinde tüm bu geleneklerden koparıldılar, bu da başlı başına direniş ve isyana neden olacak bir gerçekti. Tüm basın, Arap köylülerinin ve proleterlerinin geliştirmekte olduğu direnişin azminin bir tablosunu ortaya koymuştur. Burada söylenmesi gereken tek şey, tüm eylemlerin umutsuz olduğudur. Sadece daha güçlü üretim araçlarına ve yöntemlerine karşı mücadele her zaman umutsuz olduğu için değil, aynı zamanda topraklarından sürülen fellahların kendilerine ait bir hedefleri olmadığı için de umutsuzdur. Bugün bile hala eski yöneticilere tabiler ve onlara sadece araç olarak hizmet ediyorlar. Yöneticiler, işgalci Yahudi sermaye güçlerine karşı üstünlüklerini korumak için onlara ihtiyaç duymaktadır. Arap isyanına önderlik eden efendilerin amacı fellahlara eski mülklerini geri vermek değildir, tıpkı Yahudi göçünü geri almak için ciddi bir çaba gösteremeyecekleri gibi. Onların amacı ülkenin topraklarını ve sermayesini ele geçirmek ya da en azından kontrol etmektir. Bunun için siyasi güce ihtiyaçları olacaktır. Tüm mücadele bunun etrafında dönmektedir.

İşte hem Yahudi sermayesine hem de İngiltere’ye karşı yöneltilen Arap bağımsızlık mücadelesinin motifi. Filistin’deki uzantısı çok az öneme sahip olan Üçüncü Enternasyonal’in de efendilerin “ulusal sloganlarını” desteklemesi, Ekim Devrimi’nden 19 yıl sonra bugün hiç kimse için sürpriz olmamalıdır. Belli ki Asya’da İngiltere ile savaşan Rus devletinin çıkarları doğrultusunda hareket etmektedirler.

Filistin’deki Yahudi işçi örgütü (Histadrut) Arap fellahlarla aynı konumdadır. Yahudi kapitalist kolonizasyonunu desteklemekten yanadır ve Yahudi kapitalist güçlerin siyasi iktidar arayışlarında başarılı olmalarına yardımcı olmak için onların dümen suyunda mücadele etmektedir. Ancak Yahudi işçiler, proleterleşen fellahlarla birlikte, hem efendilere hem de Yahudi kapitalistlere karşı savaşmak için ayağa kalktıklarında ve mevcut üretim tarzını muzaffer bir şekilde parçaladıklarında, her iki halka, Yahudilere ve Araplara yer olacaktır. O zamana kadar, eski üretim koşulları ve onlara bağlı nüfus yok edilecektir. Bunlar efendiler değil, Arap tarım işçileri, fellahlar ve bedevilerdir.

Walter Auerbach by Greta Stern

Vadedilmiş Topraklar: Filistin’den Bildiriler

Walter Auerbach

Filistin’deki yeni durumla ilgili raporlar genellikle ülkenin Yahudi sermayesi ve Yahudi emeği tarafından inşa edilmesinden, bunun sonucunda ortaya çıkan refahtan, tüm Yahudi halkının bu refaha az çok eşit bir şekilde katılmasından ve giderek daha kapsamlı bir mutlu gelişme için iyi beklentilerden söz etmektedir. Bu raporlar, diğer ülkelerde bir süredir işçi sınıfı ve orta burjuva unsurların kaderi giderek daha sefil bir hal aldığı için, yorum ve umutları daha da arttırmaktadır. Kriz devam ettikçe tüm dünyada ürünler ve üretim araçları yok edilmektedir. Her yerde işsizlik hüküm sürüyor ve kitleler yeni bir dünya savaşını kayıtsızca bekliyor. Sadece inşa sürecindeki Filistin’in bir istisna oluşturduğu söylenmekte.

Filistin’de Yahudi ve İngiliz kapitalistlerin paralarının hesabı sorulmaya başlandı. Doğu Avrupa ve ABD’den gelen ve giderek yoksullaşan Yahudi zanaatkârlar ve işçiler, Arap göçebeler ve köylüler, Mizrahi Yahudileri Filistin’e doğru akın ediyor. Krizin baş göstermesi ve tekelleşmenin ilerlemesiyle birlikte, Almanya’da olduğu gibi Yahudi orta tabakasının antisemitizm yoluyla yoksullaşmasına eşlik eden Faşizmin büyümesiyle Filistin’e doğru bir göç dalgası oluştu. Bu ülkelerde Yahudiler arasında milliyetçi bir duygu şekillenirken, aynı duygu 1917 gibi erken bir tarihte aralarında büyük bir ulusal hareketin var olduğu Araplar arasında da güçlendi.

Yahudi kitlelerin ulusal hareketi olan Siyonizm ya da Filistincilik, sınıfsal tabakalaşmaya uygun olarak çeşitli partilere bölünmüştür. “General Zionists” partisindeki bölünme sonucu ortaya çıkan iki demokratik-liberal parti vardır. Bu iki yeni partiden küçük olanı faşistlere, büyük olanı ise işçi partisine daha yakın durmaktadır. “Revizyonistler” adında büyük bir faşist parti ve bu partiye bağlı birkaç küçük ayrılıkçı grup vardır. Bunun yanı sıra büyük bir dinci parti olan “Mısracılar” da bulunmaktadır. İşçi Partisi (MAPAI) ve “İsrail Topraklarındaki Yahudi İşçileri Genel Federasyonu” (Histadruth) reformist-milliyetçidir. Bunlara tarımsal işçi komünlerinin üyelerinden oluşan reformist bir örgüt (“HashomerHazair”); çeşitli gençlik örgütleri; ve bir kadın örgütü (“Wizo”) de eklenebilir.

Tüm bu gruplar, farklı ülkelerdeki Yahudilerin Filistin’e göç etmesini savunmaktadır. Bu göçe sadece Komintern’in yasadışı grubu (PCP) karşı çıkmaktadır.

Filistin batıda Akdeniz, kuzeyde Lübnan Dağı, doğuda Ürdün Nehri ve güneyde Sina Çölü ile çevrilidir. Yaklaşık 10.000 mil karelik bir alana sahip.

Filistin batıdan doğuya doğru, deniz kıyısına yaklaşık olarak paralel uzanan üç ovaya bölünmüştür. Batıda verimli ovalar; ortada yaylalar; doğuda ise Ürdün çukuru yer alır. Merkezi yaylalar 2500 feet yüksekliğe ulaşır. Ürdün’ün döküldüğü Ölü Deniz’in yüzeyi deniz seviyesinden yaklaşık 1300 fit aşağıdadır.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Filistin, Türkiye’nin Suriye vilayetine bağlı birkaç idari bölgeden (vilayet) oluşuyordu. Savaştan ve Arap ayaklanmasından sonra Filistin diğer Arap ülkelerinden ayrılarak Milletler Cemiyeti’ne bağlı olarak İngiltere tarafından yönetilecek bir İngiliz manda bölgesi haline getirildi. (Aynı şey dört parçaya bölünen ve Fransız mandası altına giren Suriye’nin kuzey kısmı için de söz konusudur.) Filistin üzerindeki manda yönetimi Balfour Deklarasyonu’na (2 Kasım 1917) kadar uzanmaktadır; bu deklarasyona göre İngiliz majestelerinin hükümeti Filistin’de “Yahudi halkı için bir Ulusal Yuva kurulmasına sıcak bakmaktadır… Filistin’de Yahudi olmayan mevcut toplulukların medeni ve dini haklarına ya da Yahudilerin başka herhangi bir ülkede sahip oldukları haklara ve siyasi statüye halel getirecek hiçbir şey yapılmayacağı açıkça anlaşılmaktadır”.

Filistin hükümeti Kudüs’te yer almaktadır. Yüksek Komiser ve onun üç önde gelen yetkilisi ile daire başkanlarından oluşuyor. Hükümet, tüm yasaların onay için sunulması gereken Londra’daki Koloni Ofisi’ne bağlı. Kudüs’te ayrıca İngiliz hava ve kara birliklerinin karargahı da bulunmaktadır. Kudüs, diğer iki büyük şehir olan Hayfa ve Yafa-Tel-Aviv ile iyi otomobil yolları ve bir demiryolu ile bağlantılıdır.

Yafa esas olarak portakal ihracatı için kullanılan bir limandır. Limanı geliştirilmiş olan Hayfa, aynı zamanda İngiliz Akdeniz filosunun bir üssüdür. Musul petrolünü denize ulaştıran boru hattının güney kolu Hayfa’dan geçer; kuzey kolu ise Fransa’nın manda topraklarından. Avrupa ile Güney Afrika ve Avrupa ile Doğu Asya arasında uzanan hatlarda da birkaç havaalanı bulunmaktadır. Başka havaalanları da planlanmaktadır.

Filistin’in doğu sınırında, aynı şekilde İngiliz mandası altında ve Kudüs’teki aynı Yüksek Komiserlik tarafından yönetilen Mavera-i Ürdün yer almaktadır. Mavera-i Ürdün’de Faysal’ın kardeşi Emir Abdullah da “hüküm sürmektedir”. Güneybatıda Filistin’in Mısır’la sınırı vardır. Bir demiryolu hattı Kahire’yi Yafa üzerinden Hayfa ve Kudüs’e bağlar; Hicaz Demiryolu ile birleşir ve Bağdat ve Beyrut ile otobüs bağlantısı vardır. Dolayısıyla Filistin, karadan olduğu kadar sudan ve bugün daha da önemli olan havadan iletişim açısından Britanya İmparatorluğu’nun önemli bir parçasıdır.

Resmi olarak tanınan diller İngilizce, Arapça ve İbranicedir. İngilizce, üst düzey yetkililer dışında neredeyse hiç konuşulmamaktadır; İbranice konuşan Yahudi gençler ve Mizrahi Yahudileri dışında nüfusun geri kalanı Arapça konuşmaktadır. Yahudi nüfus da kendi ülkelerinin dillerini ve çoğunlukla Yidiş dilini konuşmaktadır. Ancak Yahudi basını İbranice yayın yapmaktadır.

Hükümetin 23 Ekim 1922 tarihli nüfus sayımına göre Filistin’in nüfusu aşağıdaki gibi dağılım göstermiştir: Kırsal kesim – 389,534; Kent – 264,317; Göçebeler – 103,331; toplam 757,182.

1934 yılında nüfusun etnik dağılımı şu şekilde tahmin edilmiştir: Araplar – 870,000 ve Yahudiler – 310,000.

Filistin’deki üretim yöntemleri kısmen hala Kitab-ı Mukaddes’teki ilkelliğini korumaktadır. Arap göçebe kabileleri arasında kapalı aile ekonomisi (klan) baskındır. Bu biçim, hayvan ve toprak satışı yoluyla ücretli emeğe dönüşerek çözülmektedir. Arap tarımının büyük bir bölümü hala Ortaçağ’ı ve Feodalizmi anımsatmaktadır. Büyük toprak sahipleri (efendiler) toprağı, uzun nesiller boyunca kendileri tarafından işlenen Arap köylülere (fellahin) kiralamaktadır. Kira bedeli genel olarak ayni ürünün beşte biri kadardır. Efendi ayrıca gerekli hasat aletlerini satın alabilmeleri için fellahlara borç para da vermekte. Faiz oranı %150’ye kadar çıkabilmektedir.

Efendiler, gözetmenler tarafından toplanan gelirlerini yabancı bölgelerde tüketmeyi tercih etmedikleri sürece, Arap şehri nüfusunun bir bölümünü oluştururlar. Bazıları toprağın bir bölümünü de satıyor ve bakiye üzerinde yoğun bir plantasyon ekonomisi kuruyor. Efendilerin kiracılıktan plantasyon işletmeciliğine geçiş yaptığı ölçüde, fellahlar ücretli işçi haline gelmektedir. 1929 yılında yapılan bir tahmine göre, tarımsal açıdan Filistin toprakları şu şekildedir: ekilebilir – 5515 km2, ekilebilir ama ekilmemiş 3389 km2, ekilemeyen (orman ve mera arazisi) 7750 km2, belirtilmemiş 3346 km2, toplam 20.000 km2. Kalan 6.000 km2’lik alan muhtemelen çöldür.

Arap şehri esas olarak bir ticaret merkezidir. Şehrin sakinleri, tüccarlar ve zanaatkârlar, aynı zamanda genellikle toprak sahipleridir.

Yahudilerin kolonizasyon faaliyetleri 1880 civarında başladı. Ekonomik çöküşle karşı karşıya kalan ilk Yahudi köyleri, o dönemde Baron Rothschild tarafından iyileştirilmiş bitkilerin tanıtılması ve mali destek yoluyla kurtarılmıştır. İlk Siyonist Kongresi 1897’de yapıldı ve bu kongrede ilan edilen hedef “Yahudi halkı için Filistin’de kamu tarafından tanınan ve yasal olarak güvence altına alınmış bir yurt kurmak” şeklindeydi.

Bir Yahudi Ulusal Fonu (KKL) ve bir Filistin Vakfı Fonu (KH) mevcuttur. Siyonist örgütün merkezi toprak satın alma kurumu olan KKL, 1902 yılında Yahudi halkının devredilemez mülkü olarak toprak edinmek amacıyla kurulmuştur. Topraklar Arap sahiplerinden, efendilerden, ailelerden, aşiretlerden ve köy topluluklarından satın alınmakta ve çoğu zaman fellahların efendilerin topraklarından sürülmesine yol açmaktadır. Bazı durumlarda, son zamanlarda, Araplar daha küçük yüzölçümlerine sahip olmuşlardır ve bu alanları kredi ve modern aletler yardımıyla yoğun bir şekilde işlemektedirler. 1934 yılında KKL 41.500 hektarlık bir alana sahipti. KH faaliyetlerine 1921 yılında başlamıştır; tarımsal ve kentsel kolonizasyon, eğitim, göç, sağlık, dini ve sosyal kurumları finanse etmektedir. Her iki fon da yürütme yetkisine ve iki yılda bir toplanan Kongre tarafından seçilen eylem komitesine tabidir. Kongre, tüm ülkelerin siyonist örgütleri tarafından demokratik bir temelde seçilir ve böylece finanse edilir: bir şilin ödeyen herkes delegelerin seçiminde oy kullanma hakkına sahip olur. Siyonist organlar, Siyonist olmayan ama yine de Yahudi olan diğer organlarla birleştirilerek genişletilmiş Yahudi Ajansını oluşturmaktadır.

Yahudilerin tarımsal faaliyetleri plantasyon ekonomisi, tahıl kültürü ve karma çiftçilik arasında bölünmüştür. Plantasyonlarda (1934 sonu: 15.000 hektar Yahudi, 10.000 hektar Arap) ürünler narenciye, badem ve şaraptır. İşletme, mülkler (5 hektardan yukarı), yoğun köylü çiftlikleri (1,5 ila 2,5 hektar) ve komünler (1 hektar yaklaşık 2,5 dönüme eşittir) tarafından yapılmaktadır. Karma çiftçilikte pazar-bahçecilik, süt ve peynir üretimi için sığır yetiştiriciliği ve yumurta üretimi ile kümes hayvancılığı yapılmaktadır. Bu tür çiftçilikte küçük köylüler baskındır ve üretici kooperatiflerinde bir araya gelmişlerdir.

Tahıllar, Jezreel vadisindeki komünlerde ve işçi yerleşimlerinde çalışan yaklaşık 10.000 işçi ve Celile’deki köylüler tarafından ekilmektedir. Hayfa, Petach Tiqva, Kefr Saba ve Yahudi kolonileri çevresinde de tarımsal yerleşimler bulunmaktadır ve bunların sahipleri aynı zamanda kentte işçi ve memur olarak çalışmaktadır. Ancak bu yardımcı işletmelerin temel olma yolunda ilerlediği görülmektedir.

Son birkaç yıldaki büyük göç nedeniyle, Filistin’de tarımsal amaçlar ve şehirlerde inşaatlar için toprağa olan talep artmış, böylece arazi fiyatları sürekli yükselmiş ve arazi spekülasyonu muazzam bir kapsam kazanmıştır. Filistin (Türk) toprak yasasına göre, satın alma bedelinin dörtte biri peşin, geri kalanı ise altı ay içinde ödenmelidir. Buna göre emlak şirketleri sermayelerinin yaklaşık dört katı kadar arazi satın almaktadır. Daha sonra bu arazileri parçalara ayırıp, arazi açlığı nedeniyle doğal olarak, çok büyük bir kârla satıyorlar ve böylece yükümlülüklerini yerine getirebilecek duruma geliyorlar. Ancak, örneğin Kıbrıs adasında ucuz toprak ve ucuz işgücünden yararlanma olanağının sunulmasıyla toprak açlığı nüksettiğinde ve şirketler toprağı ellerinden çıkaramadıklarında, dolayısıyla ödenmesi gereken bakiyeyi ödeyemediklerinde, peşin ödenen miktar kaybedilir ve satın alma işlemi iptal olur. Şirketler bu durumda sermayelerini kaybetmiş olurlar ve böylece arazi spekülasyonunun bu kadar baskın bir rol oynadığı bir ülkede gözle görülür sonuçlar doğuracak bir kriz olasılığı ortaya çıkar. KKL spekülasyonu ortadan kaldırmaya çalışmakta ve çiftliklerini sürekli kiraya vermektedir. Ancak bu Fon (KH gibi) hediye ve tahsilatlarla ayakta durduğu için toprak açlığına ayak uyduramamaktadır. Çünkü toprak açlığı, tıpkı göçün kendisi gibi, Yahudi kitlelerin giderek yoksullaşmasının ve düpedüz proleterleşme korkusunun bir sonucudur. Ve bu yoksullaşmanın devam etmesi, para tahsilatı üzerinde kısıtlayıcı bir etki yaratacaktır. Ayrıca, toprak feodal soyluların elindedir ve fiyatları yükselmektedir. KKL’nin elindeki para yetersizdir ve Fon kendisini, aracı olarak hareket ettiği özel şirketlerin büyük toprak alımlarını teşvik etmek zorunda bulur. Böylece spekülasyon giderek daha fazla etki kazanır ve Arap ve Yahudi ülke nüfusunun toprağa aç kitleleri feodal ve kapitalist mülkiyet ilişkilerinin zincirlerini kırma göreviyle karşı karşıya kalmak durumundadır.

Bu koşulların en yakın sonucu, Filistin’de birkaç yıldır devam etmekte olan bir inşaat furyasıdır. Hammaddelerin bir kısmı ülke içinde üretilirken, kereste ve demir ithal edilmektedir. Filistin’deki çimento üretimi 1934 yılında 155.000 tona yükselmiş, bunun sadece 700 tonu ihraç edilirken 148.000 tonu ithal edilmiştir.

Ayrıca çok sayıda tuğla fabrikası da mevcuttur. İnşaatla paralel olarak marangozluk, çilingirlik ve benzeri inşaat işleri için büyük bir sanayi gelişmiştir. Çalışma şekli genellikle atölye şeklindedir: usta olarak mal sahibi ve yaklaşık beş işçi; modern aletler ve makineler; güç için elektrik. İnşaatlar, özel işçi kadrosuna sahip olan ve ihtiyaca göre vasıfsız işçi de çalıştıran müteahhitler tarafından yürütülmektedir. Vasıflı ve vasıfsız işçiler arasındaki ayrım Filistin’de henüz çok gelişmiş değil, çünkü Yahudi proletaryası yeni yeni şekillenmeye başlıyor ve birkaç yıl öncesine kadar çok az teknik deneyime sahipti. Bugün bile, acil işçi talebi doğrultusunda teknik eğitim hala çok kusurludur ve üretimdeki israf nispeten büyüktür. Ancak son zamanlarda bu talep azaldı ve mevcut mülkiyet ilişkileri içinde artık “yükselme” ihtimali olmayan vasıfsız işçilerden oluşan bir ordu giderek daha hızlı bir şekilde oluşuyor. Ve bu ordunun içinde sürekli bir işsizler ordusu da bulunmaktadır. Yani, farklı bireyler zaman zaman işe girerler ve adam başına işsizliğin süresi hala azdır, ancak mutlak sayı sabit kalır. İtalya ile Habeşistan arasındaki çatışmadan kaynaklanan panik, işsizliği arttırarak bu konuda da etkisini göstermiştir. Ancak rakamlar verilememektedir çünkü işsizliği istatistiksel olarak gösterebilecek tek konumda olan sendika (belli ki milliyetçi nedenlerle) bu konuya değer vermemektedir.

İnşaat sektöründe önemli bir rol de girişimci olarak ortaya çıkan işçi kooperatifleri tarafından oynanmaktadır. Bu kooperatifler ihale almakta, inşaat işlerini yürütmekte ve vasıfsız işçileri de istihdam etmektedir. Herkes aynı ücreti alır ve kazançlar kooperatif üyeleri (kwuza olarak adlandırılır) arasında, kwuza üyesi olmayan ücretli işçiler hariç olmak üzere paylaştırılır. Bir ücretli işçi kwuza’da en fazla üç ay çalışabilir, daha sonra ya üye olup aidat ödemek zorundadır ya da aidat genellikle çok yüksek olduğu için işten ayrılmak zorundadır. Böylece sendikanın bu kuralı, iddia edilenin tam tersi bir etki yaratmaktadır: kapitalizm içindeki işçileri ücretli emekten kurtarmak yerine, onları her üç ayda bir piyasaya geri atmaktadır. Tüm Yahudi otobüs taşımacılığı endüstrisi de aynı şekilde bu tür kooperatiflerin elindedir; ve küçük demiryolu ağı nedeniyle, otobüs hatları oldukça yayılmıştır. Trafiğin gelişmesiyle birlikte, motorları hala ithal edilmekle birlikte, motorlu araç işletmeleri de ortaya çıkmıştır. Yol yapımı da büyük ölçüde devlet tarafından, kısmen de komünler tarafından gerçekleştirilmektedir.

Ras el ‘Ain’den (Yafa) Kudüs’e kadar bir su şebekesi de inşa edilmektedir. Uzunluğu yaklaşık 65 kilometredir ve deniz seviyesinden 800 metre yüksekliğe kadar çıkmaktadır. Bu çalışma hükümet için federasyon tarafından bir işletme olarak yürütülmektedir. Filistin Demiryolları Hayfa’da çok büyük tamir atölyeleri bulundurmaktadır. Bir İngiliz-Yahudi şirketi olan Filistin Potas Şirketi, Ölü Deniz’in mineral zenginliğinden yararlanma imtiyazına sahiptir ve modern, büyük ölçekli bir kimya işletmesidir. Ancak şirketin tesislerine girmek kesinlikle yasaktır (savaş toksikleri imal ettiği söylenmektedir). Suni ipek üretimi yapan fabrikalar, işçi ücretlerinin yeterince düşürülememesi ve Japon rekabetine dayanabilmek için çalışma yöntemlerinin daha da yoğunlaştırılamaması nedeniyle yakın zamanda kapanmıştır.

Kısmen dizel motorlarla çalıştırılan kırsal su pompaları dışında tüm bu endüstri genel olarak elektrikle çalışmaktadır. Filistin’in (Kudüs dışında) tüm elektrik akımı, başkanı rahip Gapon’un idamına katılmasıyla tanınan eski sol sosyal devrimci mühendis Rutenberg olan Filistin Elektrik Şirketi tarafından üretilmektedir. Şirket elektrik santrallerini su gücü ve dizel motorlarla işletmektedir. Makine yapımı için bir fabrika ve birkaç küçük atölye ve bir demir dökümhanesi bulunmaktadır.

Tarıma meyve suları, meyve ve sebze konserveleri üreten bir gıda endüstrisi de eklenmiştir. Meyve suları özellikle Yakın Doğu için önemli bir üründür, çünkü İslam alkol kullanımını yasaklar ve iklim nedeniyle serinletici içeceklere büyük bir talep vardır. Dolayısıyla bu endüstri ürünlerini tüm Yakın Doğu’ya da ihraç etmektedir. Özel bir endüstri, çoğunlukla Suriye kökenli zeytinlere dayanır; teknik sıvı ve katı yağlar, salata yağları ve sabun üretmektedir.

Finansman bir yandan Ulusal Fon (toprak alımı ve tarımın sanayileştirilmesi), diğer yandan Barclay’s Bank ve Anglo-Palestine Bank ve onun yan kuruluşu olan General Mortgage Bank of Palestine aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Ayrıca çok sayıda kredi kooperatifi (tarım ve sanayi) ve spekülatif bankalar da bulunmaktadır. Devlet Bankası ise Barclays’tir.

Sanayi üretiminin toplam değeri 1933 yılında 5.400.000 sterlin; 1934 yılında ise 6.500.000 sterlindi.

Sanayi işçilerinin sayısı: 1932 sonu – 9.500; 1933 sonu – 14.000; 1935 başı – 18.000. 1935’in başında sanayide çalışan toplam işçi, memur, ustabaşı vb. sayısı 25.000’di. Ülkedeki tüm Yahudi işçilerin toplam sayısı bu tarihlerde 70.000 ila 20.000 arasında olabilir. Ücretler henüz tespit edilemedi; ancak ortalama ücretin 200 mils ya da kabaca 1.00 dolar olduğu varsayılabilir.

Yahudilerin faşist partisi olan “Revizyonistlerin” partisi, Ürdün’ün her iki yakasında da Yahudi devleti kurmayı amaçlamaktadır (dolayısıyla Mavera-i Ürdün’de de) Programı İtalyan faşistleriyle benzerlik göstermektedir. Yahudi geleneği temelinde sınıf işbirliğini savunmaktadır. Bu konuda, Şabat dinlenmesini, dini yemek ve eğitimi gözeten ve bu bakımlardan son Siyonist kongrede neredeyse tüm temsilin %50’sine sahip olan İşçi Partisi’nden ve liberal partilerden çok ileri tavizler alan Yahudi ruhban partisi Misrachi ile temas noktaları vardır. Revizyonistler, Yahudilerin Araplarla olan ilişkileri sorununu, Filistin’deki Arapların Yahudi devletinin kontrolü altında belirli kültürel ve dini özerklik haklarına sahip ulusal bir azınlık oluşturması anlamında çözmek istemektedirler. Revizyonistler Siyonistlerin genel örgütünden çekildiler ve artık kongreye katılmayıp kendi kongrelerini düzenlediler. Ancak bunların bir bölümü, Yahudi Devlet Partisi, aşırı sağ kanadı oluşturduğu genel Siyonist dünya kongresinde kalmıştır.

Filistin’deki her Yahudi otomatik olarak Knesset-Jisrael’in üyesidir; bu örgüt tüm Yahudi eğitim faaliyetlerini, Yahudi kilisesini, yardım çalışmalarını vs. kendisine bağlar ve yürütme komitesi ya da ulusal konseyi hükümetle ilişkilerinde Yahudi halkını temsil eder.

Araplar hükümet nezdinde esas olarak Kudüs Baş Müftüsü’nün başkanlığını yaptığı Müslüman Yüksek Konseyi tarafından temsil edilmektedir. Bununla birlikte, kökleri büyük Arap kurtuluş hareketine ve 1917-18’de İngilizlerin desteğiyle Arap ülkelerini uzun yıllar süren Türk baskısından kurtaran Arap ayaklanmasına dayanan Arap partileri de vardır. Ancak Arap bedevileri ve kentlileri henüz İngiliz ve Fransız emperyalizminin gücüne karşı koyacak güce sahip değillerdi; ve bu sonuncular Arap ülkelerini kendi dünya imparatorluklarına katmak konusunda Türklerden çok daha zekiydiler.

Arap partileri henüz programlarıyla değil, başlarındaki ailelerle ayırt ediliyorlar. Müftü ve ailesinin partisi, Müslüman Konseyi’nden 70.000 pound ödül alan ve iki günlük gazeteye (Al Jamea Al Shabab) sahip olan “Filistin Halkının Partisi”, Filistin’in bağımsızlığını ve Milletler Cemiyeti mandasının tasfiyesini hedeflemektedir: “Filistin Araplara”, Filistin’in Arap halklarının birliğine girmesi. Hicaz hükümdarı İbn Suud ile ilişkilerini sürdürmektedir. Nashashibi ailesinin partisi olan “Ulusal Savunma Partisi”, Irak Kralı ve Mavera-i Ürdün Emiri ile ilişkilerini sürdüren bir tür faşist örgüt, Filistin’in bağımsızlığını, tamamen Arap ulusal hükümetini talep ediyor ve tarımın gelişmesini teşvik etmek istiyor. Üç günlük gazetesi vardır (Falastin, Al Aslamiah, Adifa). Kudüs Belediye Başkanı Dr. Haldis’in liderliğindeki bir “reform partisi” birçok Arap topluluğunun belediye başkanlarını ve köy yöneticilerini bir araya getirmektedir. Bu örgüt Arap partilerinin en moderni gibi görünmektedir ve Avrupa’da bilinen parti biçimleriyle daha fazla benzerlik göstermektedir. Pan-arab devletler liginde Filistin’in bağımsızlığını ve İngilizlerle Anglo-Irak ligine benzer bir ittifak anlaşması talep etmektedir. İslami ve Hıristiyan Araplar arasında dini ayrılıkçılığı reddeder ve Siyonizm ile mücadele eder. Yakup Bey Dissin liderliğindeki Arap gençlik örgütü, yasadışı Yahudi göçüne karşı sınır muhafızları kurar, köylerde Yahudilere toprak satışına karşı mücadele eder ve Mısır ulusal çevreleriyle bağlantıları vardır. Ayrıca, tamamen Arap toprak işlemlerini finanse etmek için “Arap Halk Bankası” adlı özel bir banka kuran Chilmi Paşa ile de bağlantılıydı. Ancak Arap Halk Bankası, Arap halkının güvensizliğinin üstesinden gelemedi ve iflas etti.

İki Arap sendika örgütü vardır, ancak bunlar hakkında çok az şey bilinmektedir. Bir yandan Yakup Bey Dissin, diğer yandan Çilmi ya da Naşaşibi tarafından yönetildikleri, birbirleriyle şiddetli bir rekabet içinde oldukları ve söz konusu siyasi partiler için bir toplama merkezi oldukları söylenmektedir. Her halükarda, tamamen Arap burjuvazisinin etkisi altında oldukları görülmektedir.

Amsterdam Enternasyonaline bağlı olan Filistin’deki Yahudi İşçileri Genel Federasyonu (Histadrut), üye sayısını (1 Ocak 1935) 67.562’ye çıkarmıştır ve bunların yaklaşık 45.000’i kent işçileridir.

Filistin’de normal çalışma günü sekiz saattir. Şehir inşaatlarında ortalama ücret günde 400 mil (yaklaşık 2.00 $); köy inşaatlarında ise daha azdır. İnşaat işleri en yüksek ücretleri ödemektedir.

Histadrut günlük bir gazete olan “Davar”ı yayınlar, ayrıca bir akşam baskısı ve iki haftada bir çocuk gazetesi de vardır. Tüm bu yayınlar sadece İbrani dilinde (ve yazısıyla) yapılmaktadır. Böylece Yidiş dilinden başka dil bilmeyen işçilerin büyük bir kısmı için örgütlerinin yayınları neredeyse hiç anlaşılmaz hale gelmektedir. Ve böylece işçiler bu zor dili ve neredeyse çözülemeyen yazıyı öğrenmek için bir kez daha okul sıralarına oturmak zorunda kalmaktadır. (Latin alfabesinin kullanıldığı ülkelerde çocuklar okuma yazmayı bir yılda öğrenirken, burada bu süreç yaklaşık dört yıla yayılmaktadır).

1934 yılında Histadrut, 1104 işçinin katıldığı ve 11.403 iş günü kaybına yol açan toplam 68 grev gerçekleştirdi (Tel-Aviv, Kudüs, Hayfa ve tarımsal kolonilerde) ve bunların 51’ini kazanabildi. Revizyonistler 34 vakada grevi kırmaya çalıştılar ve altı vakada başarılı oldular. Grevler, 34 işçinin toplam 33 ay hapis ve zorla çalıştırma cezasına ve 220 pound para cezasına çarptırıldığı beş kovuşturmaya yol açtı. Histadrut ayrıca 785 işçinin toplam 4145 gün boyunca greve gittiği sekiz Arap grevini de destekledi. Bu grevlerden ikisi kazanılmıştır.

Histadrut tüm Yahudi işgücü piyasasını kontrol etmektedir. Ne devlet ne de şehir istihdam büroları vardır, ne de işsizlik yardımı vardır. Histadrut işçileri işverenlere tedarik etmekte ve işverenler de bu sayede ücret oranlarını tanımaktadır. İşverenler ayrıca kendi sendikalarında birleşmişlerdir, ancak henüz genel bir örgütlenmeye sahip değillerdir. Öte yandan, Histadrut genellikle ücret oranını kabul etmeye zorlayacak bir konumdadır, bu bağlamda nispeten az olan işsizlik, hala devam eden uzman işçi eksikliği ve nispeten düşük ücretler olumlu bir etki yaratmaktadır. Yahudi burjuvazisi de sadece daha ucuz olan Arap emek gücünü sömürecek durumda değildir, çünkü elde çok fazla vasıflı Arap emeği yoktur ve Yahudi işçi sınıfının Araplara karşı belirli bir siyasi koruma sağladığı söylenmektedir. Kırsal bölgelerde, plantasyonlarda durum farklıdır. Burada sömürülen işgücünün büyük bir kısmı, ücretleri önemli ölçüde artmış olsa da, deneyimli ve ucuz olan Arap işçilerden oluşuyor. Histadrut, plantasyonlara Arap işçilerin akın etmesine karşı grevler yoluyla çok güçlü bir şekilde mücadele etmesine rağmen, ekicilerin bu tür işçileri (çoğunlukla eski fellahlar) istihdam etmeye devam etmelerini engelleyemiyor ya da bu Arap işçilerin, zaman zaman iyi bir şekilde kullandıkları sendikal mücadele biçimlerine aşina olmalarını engelleyemiyor. Histadrut, Tel-Aviv’de devrimci bir Arap işçinin istihdam edildiği bir işletmeye karşı mücadele edecek kadar ileri gitmiştir. Bu işletmenin işçileri Arap yoldaşa sempati duyduklarını açıkladıklarında, bu işçilerle sendika görevlileri arasında bir arbede yaşandı ve işçilerin Histadrut’tan çıkarılması amacıyla bir süreç başlatıldı. Histadrut’tan dışlanmak, çalışma olanağını kaybetmekle eşdeğerdir; çünkü resmi olarak Histadrut tüm işçilere iş sağlarken, hala moda olan korumacılık, muhalif ya da dışlanmış işçilerin hiçbir şey elde edememesine neden olmaktadır. Bu açıdan Histadrut bir devlet örgütü olarak görülebilir. Çoğu durumda, kendi örgütünde olmayan işçilerin artık herhangi bir işletme tarafından istihdam edilmediğini görebilmektedir.

Histadrut, hastaneler, dinlenme evleri ve iyi doktorlar üzerinde tasarruf sahibi olan genel bir hastalık yardım fonuna bağlıdır. Histadrut işçi yerleşimleri ve işçi ailelerinin taksit ödemeleri yoluyla özel mülkleri haline gelen evler edindikleri konut blokları inşa eder.

Histadrut içindeki baskın grup İşçi Partisi’dir (MAPAI). Yaklaşık 6000 üyesi vardır ve İkinci Enternasyonal’e gevşek bir şekilde bağlıdır. Ayrıca, Yahudilerin yaşadığı çeşitli ülkelerde bağlı grupları vardır (Filistin Emek Birliği). Bu Enternasyonal’e bağlı diğer partilerden daha milliyetçidir. Histadrut’ta mutlak bir biçimde hüküm sürdüğü tüm makamları doldurur; daha da ötesi, görevliler yönetim kurulu tarafından atanmaktadır.

Aslen Doğu Avrupa’da yaygın bir Yahudi gençlik örgütü olan “Hashomer Hazair”, Filistin’de giderek bir parti niteliği kazanmaktadır. Ancak şimdiye kadar sadece ülkede işçi komünlerinde (Kwuzotlar olarak adlandırılan) yaşayan işçi kadın ve erkekleri kucaklamıştır. Kwuzotlar sosyalist yaşamı şu şekilde hayata geçirmek istiyorlar: önce KKL ve KH’den aldıkları kredilerin yardımıyla ve ortak alım satım, ortak yemek pişirme ve çocukların ortak eğitimi temelinde kendi topraklarını işliyorlar ve hiçbir ücretli işçi istihdam etmemektedirler.

Filistin’de yaklaşık 250 üyesi ve diğer ülkelerde, özellikle ABD ve Polonya’da çeşitli grupları bulunan “Sol Poale Zion” adlı parti, aygıtın demokratikleştirilmesini ve Arap işçilere eşit örgütlenme hakkı verilmesini talep ederek Histadruth içinde muhalefeti oluşturmaktadır. Nihai hedefi sovyet bir Filistin’dir. Filistin’de bir Yahudi işçi merkezinin kurulmasını talep ettiği ölçüde milliyetçidir. LPZ, diaspora ülkelerindeki Yahudi orta tabaka ve proleterlerin – komünizmin ilk aşaması olarak kabul edilen Sovyetler Birliği’nde bile – asimilasyonunun imkansız olduğu noktasında diğer Siyonist partilerle aynı fikirdedir. Özel mülkiyetin ve Devletin ortadan kaldırılmasından sonra, uluslara kendi topraklarında kültürel gelişim imkanı veren bir aşamaya geçilmesi gerektiğinde ısrar etmektedirler. Ancak Siyonist kongrede yer almamaktadır. Genel bakış açısı, Yahudi sorunundaki farklılık nedeniyle bağlı olmadığı Komintern’in bakış açısıdır.

Filistin’in yasadışı komünist partisi (PCP), kısmen Hashomer Hazair’in hayal kırıklığına uğramış eski üyeleri olan yaklaşık 100 Yahudi üyeden oluşmaktadır. Ana hedefinin İngiliz emperyalizminin zayıflatılması olduğunu düşündüğünden, emperyalizmin güçlendiğini düşündüğü Yahudi göçüne karşı mücadele etmektedir. Öte yandan, her Arap milliyetçi hareketini destekler. Son birkaç yıldaki katliamları ulusal-devrimci ayaklanmalar olarak değerlendirir; ve İtalya-Habeşistan çatışmasıyla ilgili olarak, liderleri efendilerle birlikte Arap halkının Halk Cephesini savunur ve Habeşistan’a gitmek ve orada İtalyan faşizmiyle savaşmak için Arap lejyonlarının kurulmasını tavsiye eder. PCP, örgütünü “Araplaştırmak” için büyük çaba sarf etmektedir. PCP, işsizlik yardımı ödenmesi için mücadele eden tek örgüttür.

Paris’teki Dünya Komitesi’ne bağlı olan Anti-faşist Eylem (“Antifa”) yaklaşık 500 üyeye sahiptir ve LPZ’nin liderliği altındadır. Faşizme, emperyalizme ve anti-semitizme karşı mücadele için birleşik cephe hareketinin temeli olması beklenmektedir. PCP üyeleri hariç herkes üye olabilir; bu sonuncular Yahudi göçüne karşı mücadele ettikleri için dışlanırken, Antifa ve LPZ Filistin’de bir Yahudi proletaryasının yaratılmasının emperyalizme karşı başarısız olamayacak bir gücü temsil edeceği ve serbest göç hakkı ve Yahudi işçilerin Filistin’de kök salması için mücadele etmenin şovenist olduğu görüşündedir. LPZ’nin yanı sıra Antifa da Mepai, Histadruth ve Revizyonistlerin Yahudi şovenizmi ile PCP’nin Arap şovenizmine karşı mücadele etmek istemektedir. Anadillerin özgürlüğünü savunmakta ve Yidiş, Almanca vb. dillerin konuşulduğu çevreler oluşturmaktadırlar.

Filistin’deki durum son zamanlarda değişmiştir. Yukarıda anlatılan “refah”, Habeş-İtalyan çatışmasının patlak vermesiyle eşzamanlı olarak geriledi. İşsizlik ve bununla birlikte işçi sınıfı içindeki belirsizlik ve hoşnutsuzluk artmıştır. PCP, işsizlik yardımı ödenmesi için ortaya çıkan tek örgüt olduğu için, işsizler arasındaki konumunu iyileştirmeyi başardı. Diğer işçi partileri ve Histadruth işsizlik yardımı için ortaya çıkamadılar, çünkü İngiliz hükümetinin bu durumda Yahudi göçünü büyük ölçüde kısıtlayacağından korkuyorlardı.

Histadruth, Arap işçileri Yahudi üretiminden ayıklamak için mücadelesini yoğunlaştırdı; ve bir süre PCP ile işsizlik sorununda ortak bir temel bulmaya çalışan LPZ, Siyonist ününü yeniden tesis etmek için kendisini PCP’ye karşı keskin bir mücadele yürütmek zorunda gördü. Şimdiye kadar sadece işsizliğin varlığını inkar eden Histadruth, şimdi üyelerini sözde yapıcı araçlarla yatıştırmaya çalışıyor. Yani, işçileri bir işsizlik fonuna katkı payı ödemeye çağırmaktadır. Bu fondan kooperatiflere ve ayrıca özel işletmelere “ekstra iş yapma” amacıyla para aktarılacak. Ve aynı fondan, Arap ücretleri karşılığında çalışan işçilere, bu ücretler ile Yahudi ücret oranı arasındaki fark ödenecektir.

Nisan 1936’da başlayan ve gerilla savaşına ve Arap grevine yol açan Arap-Yahudi ilişkilerinin keskinleşmesi, işçi sınıfının sosyal huzursuzluğunun üzerini canlı ve savaşçı bir ulusal duyguyla örttü. Her iki tarafta da kitleler “kendini koruma ve savunma” için örgütlendi. Bu kendini korumaya Yahudi tarafında tüm örgütlerin üyeleri katıldı. Çeşitli partiler yaptıkları çağrılarda çatışmaların suçunu ya Araplara ya da rakip partilere yüklediler. Bu durumda tek bir örgütün bile mücadeleyi kendi burjuvazisine karşı yürütmeye çalışmadığı gözlemlenmelidir. Yahudi işçilerin milliyetçiliği, tıpkı Rus, Alman, Fransız ve diğer proletaryanınki gibi, devrimci, uluslararası görevler karşısında geri çekilmenin bir göstergesidir. “Yahudi anavatanının” yaratılması ancak şovenist bir şekilde gerçekleştirilebilir. Yahudi sorununun Siyonist çözümü ancak Araplara karşı savaşarak gerçekleştirilebilir. Bunun için de Yahudi faşistler bu mücadeleyi açıkça savunurken, diğerleri ağızlarını kapalı tutarak ya da ikiyüzlü ifadeler kullanarak bunu kabul etmektedirler. Yahudilerin kendileri Siyonist arzuları yerine getiremezler, ancak İngiliz emperyalizminin müttefiki olmak zorunda kalırlar. İngiliz emperyalizmi Arap-Yahudi karşıtlığını kendi amaçları için kullanmaktadır. Siyonizm, Arapların ulusal bağımsızlık çabalarına karşı İngiliz mücadelesinin bir aracı haline gelir. Filistin koşulları altında Siyonizm ancak kapitalist bir kılıkta ortaya çıkabilir. Yahudiler milliyetçi olabilmek için kapitalist, Siyonist olabilmek için de milliyetçi olmak zorundadırlar. Sadece kapitalist değil, aynı zamanda son derece gerici bir biçimde kapitalist olmak zorundadırlar. Bir azınlık olarak, kendi çıkarlarına zarar vermeden demokratik olamazlar; ve toprağa aç oldukları için, fellahlara karşı Arap feodalistlerle kendilerini bağlayarak tarım reformuna karşı bir pozisyon almak zorundadırlar. Sadece kendileri gerici olmakla kalmazlar, aynı zamanda Arap gericiliğine de güç kazandırırlar. Fellahlar, efendilerin Yahudilere sattığı topraklardan sürülürler. Toprağın efendilere kalan kısmı tarlaya dönüştürülür, fellahlar ücretli işçi olur. Filistin’de kapitalizmin ilerlemesi ve Siyonizm aracılığıyla kapitalist karşıtlıkların keskinleşmesi devrimcileştiricidir, ancak sadece kapitalizmin bütününün devrimcileştirilmesiyle aynı anlamda devrimcileştiricidir; bu, çalışan nüfusu ilgilendirmez. İşçi sınıfı yalnızca meseleye dikkat çekebilir ve ücretli işçiler olarak doğrudan ekonomik çıkarlarının temsili yoluyla sürece kendi müdahaleleri yoluyla onu ilerletmeye yardımcı olabilir. Kapitalist karşıtlıkların keskinleşmesi proletaryanın çıkarınadır, ancak proletarya ne Arapların ne de Yahudilerin yanında yer alabilir; ne toprağın bölünmesini ne de feodal efendiler ya da Yahudi toplumları aracılığıyla kontrol edilmesini savunabilir. Sadece tamamen enternasyonalist olabilir ve dolayısıyla Filistinlilerin tüm çatışmalarına karşı tamamen bağışıklık kazanabilir. Bu nedenle ulusal düzlemdeki sonuçlarına bakmaksızın en dolaysız sömürücüye saldırmak zorundadır. Bundan daha fazlasını yaptığı anda, şu ya da bu kapitalist çıkarları temsil ediyor demektir. Siyonist olan herkes, özellikle de şimdi krizin başlaması ve Filistin’de işsizliğin artmasıyla birlikte, faşizme giden tüm yolu kat etmek zorundadır. Siyonizm temelinde, giderek yoksullaşan “yoksul beyazlar” giderek daha fazla ırk bilincine sahip olmakta ve Hitler’in Almanya’daki Yahudilere karşı giriştiği şeyi Araplara karşı kopyalamaktadır. Araplar da ancak aynı şekilde cevap verebilirler. Bu faşist Siyonizm’den başka türlü bir Siyonizm var olamaz. Bugün Filistin’deki koşullardan Yahudiler, Filistin’de kapitalizmin sınıf mücadelelerinden kaçabileceklerini düşündüklerinde yanılsamalara teslim olduklarını anlamayı öğrenmelidirler. Nereye yerleştiklerinin çok da önemli olmadığını, Filistin de dahil olmak üzere her yerde tek bir görevleri olduğunu kavramayı öğrenmelidirler: o da kapitalist ilişkileri bir kenara bırakmaktır. Diğer tüm sorunlar hayali sorunlardır; işçi sınıfını ilgilendirmez.

Walter Auerbach

Siyonizmin Kahverengi Gömlekliler

Walter Auerbach 

Filistin’deki Arap grevi ve isyanının sona ermesinden birkaç gün sonra, bir Yahudi kenti olan Tel Aviv’den arabayla geçmekte olan iki masum ve zararsız Arap’a “kimliği belirsiz saldırganlar” tarafından ateş açıldı ve Araplar yaralandı. Kaçmalarının nedeni bilinmiyordu. Polis dahil herkes, bu faillerin “doğrudan eylem” ve terörizmden hoşlandıklarını hiçbir zaman gizlememiş olan “Revizyonistler” ya da aşırı Siyonist milliyetçilerin saflarında yer aldıklarını biliyor. Söylemeye gerek yok, masumiyetlerini ilan ederken ve “Marksist iftiralardan” bahsederken sesleri gür çıkar ama pek inandırıcı değildirler. Yine de Araplara karşı mücadele, her türlü aracın kullanılabileceği bir mücadele, Siyonist Faşizm adını haklı olarak kazanmış olan Revizyonizmin yol gösterici ilkelerinden biridir. Ve Tel Aviv’deki öfkenin öncesinde, yetkili Revizyonist kaynaklardan terörist taktiklerin kullanılmasını savunmaya yakın açıklamalar geldiğini belirtmek gerekir. Yahudi Faşizminin duayeni Vladimir Jabotinsky, 9 Eylül 1936’da Filistin’deki durumla ilgili yaptığı bir açıklamada şöyle diyordu: “Mücadelenin ilk haftalarında itidalli davranmak yararlı bir amaca hizmet etti. Yahudi’nin silahlandığında kendini savunmakla yetindiğini, saldırmadığını ve intikam almaya çalışmadığını gösterdi. Bu nedenle her türlü misilleme düşüncesini veto etmiştim ancak şimdi vetomu geri çektiğimi ilan etmeyi bir görev olarak görüyorum”.

Terörizme yönelik bu açık sinyal, birkaç gün sonra Revizyonistlerin Viyana’daki yayın organı “Nation”dan Filistin’deki duruma atıfta bulunan bir açıklama ile tamamlandı: “Bugünlerde Filistin’deki Yahudi gazeteleri, önemsiz haberlerin arasına küçük puntolarla gizlenmiş, Filistin’in şurasında burasında öldürülen Araplar, yaralanan Araplar, tutuklanan ve suçlanan Yahudiler vs. hakkında haberler yayınlıyor. Filistin dışında yayınlanan Yahudi gazeteleri gerçekleri gizleme konusunda daha da ileri gitmektedir. Arapların Araplar tarafından öldürüldüğünden bahsediyorlar. Bütün bu göz boyamanın ne faydası var? Dünyanın bizi bu yola zorlaması bizim suçumuz mu? Bugün dünya silahların, makineli tüfeklerin ve tabancaların dilinden başka bir dil anlamıyor. Şimdi biz de bu dili öğrenmeye başlıyoruz. Unutulmasın ki bizim halkımız yetenekli bir halktır. Birçok dersi kolayca öğrendik. Artık ateşin ve kanın dilini öğrenmenin zamanı geldi.” Tel Aviv’deki silah sesleri bu kışkırtmanın bir yankısıdır.

Yahudiler seçilmiş bir halk değil. Bir açıdan kapitalizm altındaki bir sürü ulustan bir tanesiler, öyle ki Faşizmin bir Yahudi markası bile vardır. Bu, Faşizmi bir antisemitizm türü veya uzantısı olarak görme eğiliminde olan sıradan bir gözlemciyi şaşırtabilir. Ancak unutulmamalıdır ki klasik Faşizm, Mussolini’ninki, hiçbir zaman antisemitik olmamıştır. Faşizm, her durumda son derece milliyetçi olmasına rağmen, enternasyonal bir salgındır. Kökleri tüm ülkelerde temelde aynıdır ve salgının getto kapılarında ya da Filistin sınırında durmadığını belirtmek gerekir.

Faşist eğilimler sadece bununla sınırlı olmasa da, Yahudi faşizminin ana bulaş kaynağı her yerde alt orta sınıflardır. Savaştan bu yana neredeyse her yerde iki ateş arasında kalmış durumdalar. Bir yandan fakirlikten kurtulmakta zorlanıyorlar ama hiçbir şey onları proleter olma düşüncesinden daha fazla dehşete düşürmüyor. Ancak bu onların kaderi. Bundan kaçmak için çabalarken, nefretleri işçi sınıfına karşı dönüyor. Tarihe, asla geri gelmeyecek olan geçmişe bakarlar ve proletaryanın büyük kitlesi içine doğru kaçınılmaz batışlarını engellemek uğruna onlara Altın Çağ’ın geri dönüşünü vaat eden her demagogun kolay avı olurlar. Bu, kendisi de aynı aciliyetten doğan ve onları “ulusal birlik” ve “ortak refah” gibi tiz savaş çığlıklarıyla cezbeden Faşizmin kendine özgü işlevidir. Alt sınıflarla birlik sağlamak yerine, üst sosyal katmanlara yükselme hayalleri kurmalarına izin verir. Ancak Fareli Köyün Kavalcısı’nın onları götürdüğü cennet, kaçınılmaz olarak orta sınıfların daha önce hiç olmadığı kadar ezildiği ve sömürüldüğü köleci bir devlete dönüşür. Yahudiler bu zehirlenmeden kaçınamadılar.

İçinde bulundukları anormal durum hastalığın yayılmasını kolaylaştırmıştır. Doğu Avrupa’nın tüm ülkelerinde ve Almanya’da maruz kaldıkları korkutucu ekonomik yoksunluğa ulusal zulüm, siyasi haklardan mahrumiyet ve hatta acımasız fiziksel terör de eklenmiştir. Aralarındaki sınıf bilinçli işçiler, Sosyalizmin zaferinin bir yan ürünü olarak kendi ulusal sorunlarını çözmek amacıyla bu ülkelerdeki sosyal mücadeleye katılırken, maruz kaldıkları baskı çok sayıda küçük burjuva unsur arasında şişirilmiş bir milliyetçilik yaratmaktadır. Daha önce Yahudi göçmenleri kabul eden birçok ülkenin artık onlara kapalı olması (ABD, Kanada, Güney Amerika), Siyonizmin tek çözüm olduğu ve Filistin’in “Vaat Edilmiş Topraklar” olduğu izlenimini yaratmaktadır. Onlar için Filistin’e göç daha iyi bir gelecek umudu anlamına geliyor. Siyonizm’in gerçeklikle bağdaşmadığı her seferinde demagoglar daha da verimli bir alan bulmaktadır. Çaresiz kitlelere her türlü şarlatan ilacı cazip geliyor. Örneğin Revizyonistler tarafından yakın zamanda önerilen ve önümüzdeki on yıl içinde bir buçuk milyon Yahudi’nin Filistin’de “Ürdün’ün her iki yakasına” yerleştirilmesini öngören planı ele alalım. Açıkça görüldüğü üzere, büyük bir tantanayla sunulan bu plan bir saçmalıktan ibarettir. Yine de Jabotinsky, her saman çöpüne sarılan yoksul doğu Yahudilerinin çoğu tarafından bir Mesih olarak selamlanmaktadır.

Filistin hususunda; buraya gelen Yahudilerin çoğunluğu Yahudi halkının “yeniden yapılandırılması” ihtiyacını ilan etmekte samimidir. Eski tüccarların, aracıların ve boş gezenlerinin üretken tarım ve sanayi işçilerine dönüştürülmesiyle Yahudi halkının sosyal yapısı kökten değiştirilecek; Yahudiler, güncel tabirle “Normalleştirilecektir”. Diğer tüm milliyetçiliklerde olduğu gibi Siyonizm için de temel olan bu fikir, Filistin’de sosyalist bir topluma ilişkin muğlak kavramlarla sık sık desteklenmektedir. Ancak tüccarlar, aracılar ve hayatlarını yeni koşullara uydurmak istemeyen diğer verimsiz unsurlardan oluşan bir başka göçmen grubu daha vardır. Bu ikinci grup için Filistin sadece asalak rollerini sürdürebilecekleri bir sığınaktır. Yahudi cemaati ve Siyonist hareket içinde yer alan ve işçi sınıfından farklı bir kimlikte kalmaya çalışan bu grup, Yahudi faşizminin sosyal temelini oluşturmaktadır.

Jabotinsky’nin savunduğu revizyon, kendisinin ‘ulusal ihanet’ ve de ‘Marksizm’ ile itham ettiği resmi Siyonizmin revize edilmesidir! Yöntemler hep aynı… Revizyonistler Siyonist Yönetimi “Yahudi çıkarlarından ziyade Arap ve Sözde İngiliz çıkarlarının ajanı olmakla” suçluyorlar. Onlar yüzde yüz milliyetçi fanatikler. Onlara göre resmi Siyonizm “Siyon’dan feragat etmektir”. Asgari programları Ürdün’ün her iki yakasında, yani manda altındaki Trans Ürdün toprakları da dahil olmak üzere, Yahudi çoğunluğuna dayalı bir Yahudi Devleti kurulmasını içeriyor.

“Filistinli Araplarla ne şimdi ne de gelecekte kendiliğinden bir uzlaşma olamayacağına” kesin olarak inanan Jabotinsky, iki halk arasında siyasi bir eşitlik fikrini reddeder ve amaçlarının gerçekleştirilmesi için vazgeçilmez bir koşul olarak bir Yahudi askeri gücünün oluşturulmasını talep eder. “Yahudi Lejyonu olmadan Siyonizm mümkün değildir… Tüm Yahudi halkı silahlanmış bir halk haline gelmelidir.” Bu Lejyonun kurulması Revizyonistler tarafından “Britanya İmparatorluğu’nun güvenliği için birincil gereklilik” olarak ilan edilir. Aynı zamanda, kendilerini “İngilizlerle birlikte, İngilizler olmadan ya da İngilizlere karşı” ilerlemeye hazır ilan ederler. Bu esnek formül, son zamanlarda daha belirgin hale gelen İtalyan yanlısı bir eğilimi gizlemektedir. Revizyonistlerin askeri oluşumlarının (garip bir şekilde gömlekleri kahverengidir), amacı Arapların Siyonist nüfuza karşı muhalefetini zorla kırmak ve bir ve muhtemelen birden fazla “oldubitti” senaryosu gerçekleştirmektir.

Siyonist Revizyonizmin ifade tarzı ile Alman Nasyonal Sosyalizminin ifade tarzı arasında yakın bir benzerlik olduğu sık sık gözlemlenmiştir. Ancak bu benzerlik sadece sözcüklerden ibaret değildir. Revizyonistler “işçi örgütlerinin artan üstünlüğü” ile mücadele etmektedirler. Resmi Siyonist hareket tarafından Yahudi işçiler yerleşimlerine verilen sübvansiyonları protesto ederler. Özel inisiyatifin kamu fonlarından daha önemli olduğu konusunda ısrar ederler. Siyonist işçi hareketi “uzlaşmazlık ve iktidar hırsı”, “sosyal çatışmalarda gereksiz ısrar”, “Avrupa’dan gelen sınıf mücadelesi teorisinin dogmatik uygulaması” ile suçlanmaktadır. Bütün bunlar son derece saçmadır çünkü her tarafsız gözlemci, aşırı milliyetçiliğin Filistin’de Yahudi İşçi Federasyonu tarafından izlenen politikanın başlangıcı ve sonu olduğunu kabul etmek zorunda kalmaktadır. Bu politika, teoride olduğu kadar pratikte de Siyonist milliyetçiliğe tamamen boyun eğmekte ve bağımsız sınıf politikasıyla uzaktan yakından bağlantılı her şeyi reddetmektedir. Bu iyi bilinen ve tartışılmaz gerçeklere rağmen, Siyonist İşçi Partisi’nin büyük bölümünü oluşturan aşırı ılımlı sendikalar, Revizyonistler tarafından Marksist ve Bolşevist eğilimlerle ve “idealleri altın buzağıya kurban etmekle” suçlanmaktadır. “Tüm özel çıkarların ulusal birliğin temel ihtiyaçlarına tabi kılınmasını” sağlamak için zorunlu çalışma tahkimi talep edilmektedir. Böylesi bir programın “Avrupa’dan türediği” açık değil mi?

Revizyonist örgüt Nisan 1925’te, dünya savaşı sırasında Gelibolu cephesinde görev yapmak üzere İskenderiye’de bir Yahudi gönüllüler birliği örgütlemiş olan Rus Siyonist gazeteci Vladimir Jabotinsky tarafından kuruldu. Bu erken tarihte bile, önce Türkiye’ye, bir süre İngiltere’ye ve her zaman da Araplara ve işçilere karşı güç politikasını savundu. O zamanlar teğmen olan Jabotinsky, 1920’de yasadışı oluşumları örgütlediği gerekçesiyle İngilizler tarafından Filistin’den kovuldu. 1923’te resmi Siyonist Örgütün arka kapısından Ukraynalı “Beyaz” Generalin temsilcisi ve azılı Yahudi kışkırtıcısı Petlyura ile Ukrayna’da Bolşevizm karşıtı Beyaz Muhafızlar çerçevesinde bir Yahudi birliğinin kurulması için anlaşma yaptı. Entrika dışarı sızdığında, Yahudi işçi örgütleri tarafından şiddetli protestolar yapıldı ve Jabotinsky Siyonist Örgüt Yönetiminden istifa etmeye zorlandı. Bu da ‘yaramaz çocuk’a intikam hırsıyla Mesih rolünü oynama şansı verdi. Bir “lider” haline geldi ve Hitler hareketini taklit ederek merkezi yönetime, “Lider ilkesine” ve inanılmaz bir “Lider” kişilik kültüne dayanan katı otoriter ve militarist bir örgüt kurdu.

Hareketin Filistin’deki taraftarları, geleneksel Mizrahi Yahudilerinin de katılımıyla, Sosyalist işçilere karşı, Araplara yönelik terör saldırılarını bile geride bırakan bir kampanya yürütmektedir. Filistin’de de “Marksizmin yok edilmesi” gündemdedir. Burada da işçi örgütleri “parçalanacaktır”. Revizyonistler grev kırıcıları örgütlediler, onların faaliyetleri ücret standardı üzerinde baskı ile sonuçlandı. Kahverengi gömleklerini sokaklarda dolaştırarak işçileri kışkırtmak için her şeyi yaptılar. Toplantılara saldırdılar (İngiliz Sosyalist Brailsford’un onuruna düzenlenen bir toplantı holiganları tarafından taş yağmuruna tutuldu) ve siyasi muhalifleri dövmek için çeteler örgütlediler. Birkaç yıl önce Kudüs ve Tel Aviv’de partilerine ait terörist gruplar olduğu keşfedildi. 1933 yılında Revizyonist konuşmacılar ve gazeteler, o zamanlar İşçi Partisi lideri ve Siyonist Yürütme’nin önde gelen üyesi olan Dr. Arlosoroff’a karşı Fransa’daki Salengro kampanyasına benzer inanılmaz bir iftira kampanyası yürüttüler. Revizyonist Organ, 15 Haziran’da “çamur atma” kampanyasını, onu “Yahudi Halkına, onuruna ve güvenliğine ihanet eden” biri olarak göstererek sonlandırdı. Otuz saat sonra o (Dr. Arlosoroff) ölmüştü – %100 Yahudi şehri olan Tel Aviv’de öldürülmüştü.

Filistin dışında da benzer taktikler uygulanmaktadır. Antisemitizmin yayılması Revizyonistler tarafından memnuniyetle karşılanmaktadır. Bununla mücadele etmezler. Aksine bunu kendi amaçlarını ilerletmek için kullanırlar. Hitler darbesinden sonra Almanya’yı bir zulüm ve işkence dalgası sararken, Jabotinsky Berlin’de halka açık bir konuşma yaparak Siyonist hareket içindeki Sosyalistleri toptan suçlamaktan başka bir şey yapmadı. Revizyonistlerin yukarıda bahsi geçen İbranice yayın organı “Hasit Ha’am”, 1933, Hitler’i yüceltmiş ve onun hareketini Siyonizm için parlak bir örnek olarak sunmuştur. Mussolini ve Franco’ya hayranlık duymaktadırlar.

Almanya’da Revizyonistler işçi kulüplerine baskınlar düzenlediler. Diğer ülkelerde Sosyalistlere saldırılar düzenlerler. Başka bir deyişle, Kahverengi Gömleklilerin kendine özgü “ruhu” ve yöntemlerinin Yahudilikle oldukça uyumlu olduğu gösterilmektedir. Revizyonizm, matematiksel bir formül kullanmak gerekirse, “Siyonizm artı Hitlerizm” ya da “Hitlerizm eksi Anti-Semitizm” olarak tanımlanabilir.

Jabotinsky 1925 yılında Siyonist Kongre’de dört taraftar toplayabilmiştir. Takipçileri 1933’te toplam oyların yüzde yirmisini aldı ve Kongre’ye kırk beş delege gönderdi. İki yıl sonra Siyonist Örgüt’ten ayrıldılar ve kendi raporlarına göre “Yeni Siyonist Örgüt “ün 700.000 üyesini temsil eden delegelerin katıldığı ayrı bir kongre düzenlediler.

1936’daki Arap isyanı, Yahudiler arasında bir şovenizm dalgasına yol açtığından bu Faşistler için bir nimetti. Revizyonistler bu gerçekten sermaye çıkarmak için her şeyi yapıyorlar. Tehlikeli bir oyun oynuyorlar çünkü onlara göre “bir dünya savaşı Siyonist maksimumun gerçekleştirilmesi için en iyi şans” olacaktır. Amaçları, evrensel olarak Siyonist uzlaşmazlığın ve maksimalizmin standart taşıyıcıları olarak tanınmaktır. Sloganları şu şekilde devam ediyor: “Yahudi ateş ve kanla yeniden doğmalıdır.”

Yahudi Sorununa “Marksçı” Bir Yaklaşım 

Paul Mattick ve Walter Auerbach

Siyonizmin ya da Yahudi milliyetçiliğinin savunucuları, diğer tüm milliyetçi ideolojilerin savunucuları gibi, işçilere birçok şekilde yaklaşırlar. Yakın zamanda Poale Zion of America, 30 yıl kadar önce siyonizme sosyalist bir yaklaşım getirmeye çalışan Ber Borochov’un8 bazı yazılarını yeniden yayınladı.

Borochov Rusya’nın Yahudi entelijansiyasından çıktı. Faaliyetleri sırasında Rusya’daki Yahudi işçiler, sosyal-demokrat ve anti-siyonist bir sendikal örgüt (Bund) kurmuşlardı. Bu örgüt, örgütlerini Batı Avrupa sendikacılık modeline göre oluşturan sanayi işçilerinden oluşuyordu. Ulusal sorunlarla ilgilenmeyi bırakmışlardı ve sosyalist devrimin Yahudi sorununu da çözeceği görüşündeydiler. Fakat Borochov, “ulusal onuru olmayanın sınıf onuru da olamaz” görüşündeydi. Siyonizmin yalnızca Yahudi halkı için tek çözüm değil, aynı zamanda Marksist çözüm olduğunu da kanıtlamaya çalıştı. “Yahudi kitlelerin üretken olmayan uğraşlardan üretken uğraşlara yavaş geçişini” gözlemledi ve bu eğilimin ancak Filistin’de tam anlamıyla gerçekleşebileceğine ikna oldu. Yahudilerin ne “insanlığın ilerlemesini” bekleyebileceğini ne de asimilasyona dayanabileceğini, zulüm ve ayrımcılıktan kurtulmalarının öncelikle Yahudi kitlelerin ulusal öz-yardımına bağlı olduğunu düşünüyordu. “Sosyalist işçi sınıfında örtük olarak bulunan ulusal korunma içgüdüsü”, diye yazıyordu, “sağlıklı bir milliyetçiliktir”. Her ne kadar başlangıçta Yahudi işçilerin sınıf çıkarlarının diğer işçilerinkiyle aynı olduğunu ve sosyalizmin nihai hedef olduğunu düşünse de, acil ihtiyaç siyonizmdi ve sınıf mücadelesiyle her ikisi de başarılacaktı.

Üretim sürecinde çeşitli üretim ilişkileri doğar. Ancak üretimin kendisi, Borochov’a göre, farklı yerlerde farklı olan belirli koşullara bağlıdır. Coğrafi, antropolojik ve tarihsel nedenlerle farklılık gösteren bu “üretim koşulları”, onun Yahudi işçiler için siyonizm ve sosyalizmin özdeş olduğu düşüncesinin temelini oluşturmaktadır. Ona göre ezilen ulusların milliyetçiliği özgündür ve ezilen ulusların üretim sistemleri her zaman anormal koşullara tabidir. “Bir ulus kendi topraklarından ve ulusal muhafaza organlarından mahrum bırakıldığında üretim koşulları anormaldir. Bu tür anormal koşullar, bir ulusun tüm üyelerinin çıkarlarını bağdaştırma eğilimindedir. Bu dış baskı sadece üretim koşullarının etkisini zayıflatmak ve dağıtmakla kalmaz, aynı zamanda üretim ilişkilerinin ve sınıf mücadelesinin gelişiminin de önüne taş koyar, çünkü üretim tarzının normal gelişimi engellenir. Ancak ulusal kurtuluş mücadelesi sırasında, sınıf yapısı ve sınıf psikolojisi kendini gösterir.” Ve böylece “gerçek bir milliyetçiliğin hiçbir şekilde sınıf bilincini gizlemediğini”, Filistin’in inşasının Yahudilerin sosyalist bir toplumu hedefleyen sınıf mücadelesinin gelişimi için gerçek bir temel sağlayacağını savundu.

Borochov ve çağdaşlarının inanmaya çalıştığı gibi hiç de boş bir ülke veya enternasyonal bir otel olmayan Filistin’de, Yahudiler, şehirlerde ve limanlarda tüccar sermayesi olan feodal bir Arap tarım toplumu buldular. Göç eden Yahudiler, Doğu Avrupa tipi zanaatkârlar, Batı Avrupa tüccarları ve Londra, Wall Street ve Güney Amerika’daki finansörlerin temsilcileriydi. Ve bunlara ek olarak, öğrencilerden, profesyonellerden ve entelektüellerden oluşan ve büyük bir ulusal coşkuyla Yahudi devleti için en ilkel koşullar altında çalışmaya koyulan yeni bir proletarya vardı.

Filistin’e emek ve sermaye göç etti, ama küçük ölçekte. Ancak giderek daha “normal” hale gelen üretim koşulları, sol-siyonistlerin hayallerine uyan bir gelişmeye yol açmadı. Milliyetçilik sınıf mücadelesini güçlendirmedi, tam tersine sınıf mücadelesi ulusun ihtiyaçlarına kurban edildi. Sınıf bilinci artmadı, aksine yok olma eğilimi gösterdi ve Araplar arasındaki “ortak” çıkar neredeyse ideal bir uyum yarattı. Siyonizm pratikte sadece Yahudi işçileri sömürücülerinin çıkarlarına ve dahası kendi emperyalist -stratejik- ihtiyaçları için Yahudi emellerini besleyen İngiltere’nin emperyalist planlarına bağlayabildi.

Filistin kapitalizminin büyümesiyle işçi sınıfının da çoğaldığı doğrudur. İşgücü kıtlığı, bazı işçiler için inşaat ve benzeri işlerde nispeten yüksek ücretler getirdi. Diğer işçiler, inşaat müteahhitleri ve nakliye şirketleri olarak işlev gören kooperatifler kurdular. Ancak bu koşullar sosyalizm için sınıf mücadelesini teşvik etmedi, aksine çok sayıda işçiye kapitalist ideoloji aşıladı ve işçilerin sömürülmesine katılan bir işçi bürokrasisinin gelişmesine yol açtı. Yahudi işçiler kutsal topraklarda sadece eski sömürücülerini bulmakla kalmadılar, reformizmin boş vaatleri karşılığında bunlara yenilerini de eklediler.

Borochov’un “Marksizme katkısı”, yani sınıf mücadelesinin gelişimi için “üretim koşullarının” öneminin tanınması, şimdiye kadar sadece kapitalist ve emperyalist çıkarlara hizmet etti. Siyonistler Filistin’i işaret ederek Yahudi işçilerin sınıf mücadelesine katılmasını engellediler; şimdi Filistin’de de sınırın ötesini işaret ediyorlar. Yahudi sorununun siyonist çözümü yalnızca Araplar’la mücadelede yatmaktadır. Filistin koşulları altında siyonizm ancak kapitalist bir kılıkta var olabilir. Yahudiler milliyetçi olabilmek için kapitalist, siyonist olabilmek için de milliyetçi olmak zorundadırlar. Yalnızca kapitalist değil, aynı zamanda son derece gerici bir biçimde kapitalist olmak zorundadırlar. Bir azınlık olarak, kendi çıkarlarına zarar vermeden demokratik olamazlar; ve toprağa aç oldukları için, fellahlara karşı Arap feodalistlerle bağ kurarak tarım reformuna karşı savaşmak zorundadırlar. Sadece kendileri gerici olmakla kalmıyor, aynı zamanda Arap gericiliğine de güç veriyorlar.

Siyonist pratiğin son yirmi yılı, Yahudi milliyetçiliğinin sınıf mücadelesinin gelişimini en az diğer milliyetçilikler kadar engellediğini yeterince göstermiştir. Yahudi işçilerin yaşam standartlarını yarı medeni bir seviyede tutmak ancak Arap işçilerin sırtından mümkün olmuştur. Yahudi sendikalar ve Yahudi patronlar tarafından Arap işçilere karşı uygulanan ayrımcılık işçiler arasında dayanışma değil milliyetçi nefret yarattı. Arap işçilerle dayanışmaya dair kulağa hoş gelen tüm ifadeler, 1936 grevlerinde test edildiklerinde ortadan kayboldu; bunun yerine Siyonist işçi bürokrasisi, Yahudi işçileri patronlarının mülklerini savunmaya ikna etmeyi başardı. İşçi bürokrasisi ve ulusal özgünlükler işsizlerin sosyal yardım için mücadele etmesini engelledi, çünkü aksi takdirde İngilizler göçü durdurabilirdi. Filistin tarımındaki kıtlık, açlık çeken öncülerin kooperatiflerinin, sözde “komünlerin” (Kvutsot) kurulmasına yol açtı, bu kooperatifleri Filistin ekonomisinin “sosyalist kesimi” olarak adlandırmak ve onları “sosyalizmin ileri karakolları” olarak selamlamak Borochovistlerin marifetiydi. Ancak burada da Siyonistler bu kurumların kapitalist doğasını ve sömürücü karakterini sadece cazip sloganların arkasına saklamaktadırlar.

Siyonizm yalnızca kapitalizme hizmet edebilir. Borochov’un kendisi, başlangıçta sadece sınıf mücadelesini teşvik etmek için siyonist hareketle ilgilenirken, daha sonra asıl niyetini unuttu ve sınıf işbirliğini savundu. Artık proletaryayı değil, “Yahudilerin uluslar ve yabancı kültürler arasında yok olduğu fikrine boyun eğmemesi gereken” “ bütün Yahudi halkını” destekliyordu. Lev Troçki gibi bir “enternasyonalistin” bile bugün “Yahudi sorununun bölgesel yoğunlaşma yoluyla çözülmesi gerektiği” söylemine bakılmaksızın, milliyetçilik bugün sadece şovenist olabilir, sadece Araplara karşı mücadeleyi açıkça savunan Yahudi faşizmine yol açabilir. Faşist olmayanlar da sessiz kalarak ya da ikiyüzlü ifadeler kullanarak bu mücadeleyi kabul ederler. Ve sadece zayıf konumlarının farkına varmaları, “saldırgan uluslar” arasında yer bulmalarını engellemekte ve onları İngiliz emperyalizminin uşaklığını yapmaya zorlamaktadır. Bugün Filistin’in bölünmesini ve özerk bir Yahudi devletinin kurulmasını öneren bir kraliyet komisyonu raporu var. Bu önerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir yana, Yahudilerin kendilerinin siyonist arzularını yerine getiremeyecekleri ve İngiliz emperyalizminin müttefiki olarak kalmaya mecbur oldukları bir gerçektir.

Filistin’de Siyonizm tarafından kapitalizmin ilerletilmesinin ve kapitalist karşıtlıkların keskinleştirilmesinin “devrimci” olduğu doğrudur, ancak sadece kapitalizmin tamamı devrimci olduğu için; işçi sınıfını ilgilendirmez. Kapitalist çelişkilerin keskinleşmesi elbette işçi sınıfının devrimci çıkarlarına hizmet eder, ancak proletarya enternasyonal bir devrim yapmak zorunda olduğu için milliyetçi meseleleri destekleyemez, ne Arapları ne de Yahudileri destekleyebilir. Tüm milliyetçi enfeksiyonlara karşı bağışıklık kazanmalı ve üretim ilişkileri tarafından belirlenen sermaye ve emek arasındaki çatışmaya odaklanmalıdır. Yahudi işçiler için ulusal bir çözüm yoktur, tıpkı diğer ülkelerde barış bulma olasılığı olmadığı gibi. Yahudi sorunu bugünün kapitalist barbarlığı içinde çözülemez. Yahudi nüfusuna yönelik özel zulmü engellemek ne kadar zor olsa da, hatta pek çok durumda imkânsız olsa da, Filistin’in bir çözüm olmadığı gerçeğine gözlerimizi kapatmanın hiçbir anlamı yoktur. Kapitalizm bu barbarca durumun uzaması anlamına gelmektedir. Yahudi işçilerin görevi, tüm işçilerin görevidir; enternasyonal kapitalist sömürü sistemine son vermek.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın